28 Aralık 2011 Çarşamba

Havadan Sudan Bir Öykü (goncaborca)

Toplantı salonunda bir şaşkınlık kol geziyordu, patronun düşüncelerine (onların tabiriyle fantezilerine) boyun eğmek isteyemeyen bir grupla, her konuda evet efendimciler karşı karşıya kalmış, gündemi tartışıyorladı.
Hikayenin kahramanı Patron Atılgan bey her zamanki gibi satış konusunda büyük harflerle konuşmaya başlamıştı, “ekmeği, tuzu herkes satar önemli olan Alaska’ daki insana buz satabilmektir”. "Tereciye tere verebiliyorsan konuşacaksın karşımda".
“Peki ama Atılgan bey, havayı zaten bedava soluyoruz, bunu kim alır ki” diye söze başladı Bitirim eleman.
-İnsanlar bazen ürünü değil, bir hayali satın alırlar bunu unutma bay Bitirim, ayrıca benim satacağım sıradan bir hava değil, sıkıştırılmış temiz hava, 5 gün boyunca şehirden uzaklaşmaya gerek kalmadan soluyacaklar, bundan iyisi Şam’da kayısı bay Çokbilir.
-Ama bu tüketiciye ne fayda sunacak ki, bildiğiniz hava işte, şaşkınlığımı hoşgörün, kimse bu kadar saf değil Atılgan bey.
-Bunu bilemezsin bay Bitirim. Bu havadan sen de satın alacaksın, insanların nasıl umutla saldırdığını görünce kendin de inanacak evinin her köşesini bu havayla dolduracaksın; satın almak için çok çalışacaksın, emek sarfedeceksin, yorulacaksın, uykusuz kalacaksın ama havasız kalmayacaksın. Hem ne önemi var bir fayda sunmanın canım, etrafımızda faydalı olan neyin kıymetini biliyoruz ki, ağaçları kesiyoruz, hayvanlara zarar veriyoruz, doğayı harap edip duruyoruz habire, bense bu kirli havayı değil, özel Kaz Dağlarından getirttiğim taze havayı satacağım.
Bir de lütfen ben buna “hava” demeyelim, aramızda konuşurken bile “oksijen terapisi” ifadesini kullanalım. Hem neden bu kadar şaşırıyorsunuz ki bundan 25 yıl önce kalkıp bir adam suyu şişeye koyup satacağını söylediğinde de böyle şaşırmıştı sizin gibi fayda meraklıları, ama şimdi siz o suları alıp içiyorsunuz, yalan mı?
-Ama Atılgan bey, bunun hava olduğunu anlayınca tüketici düpedüz kandırıldığını düşünecektir. Oysa Ormanlarda bu hava bedava…Pardon Oksijen Terapisi.
-Hadi be ne ormanı, orman mı bıraktık şehirde. Önemli olan insanlara sunulan fayda değil onu pazarlayabilmektir. Kes sesini de şu Prof neydi adı Mermer Taraç mı Taraçoğlu mu onu bulup getirin bana. Bir de Sumru Dallı’yı bağlayın telefonuma.
-Sizin Ticaret anlayışınızı hiç algılayamıyorum Atılgan bey, inanın şaşkınım.
Atılgan bey, umutsuz elemanları karşısında hiç engel tanımıyordu. Önce işin fizibilitesini araştırdı, taşıma maliyeti dışında pek bir maliyet yoktu ortada. Önemli olan da buydu işte, hemen kolları sıvadı. Sıkıştırılmış, bol oksijenli havayı pardon “oksijen terapisi” ni plastik tüplere doldurttu. Ambalaj zaten başlı başına içine çekiyordu insanı, pırıl pırıl ciğerlere sahip sağlıklı insan resimleri, sporcular, pembe yanaklı ince bayanlar, doğa içinde koşup oynuyorlardı. Şimdi ise bu hayalin içini doldurmak kalmıştı ki işin en kolay kısmı buydu zaten. Evi gösteren perdedir, boya ve cilayı binanın kendisinden önce tutacaksınız derdi hep.
Araştırmacılar Kaz dağlarına gidip, havanın içindeki mineral ve faydalı gazları tespit ettiler. Bu hava her şeye iyi gelmeliydi ki Pazar geniş olsun. Romatizmadan, mide ağrılarına, kireçlenmeden kolesterole, şeker dengesinden, kalp rahatsızlıklarına, hiç birine dahil değilseniz kronik yorgunluğa, baş dönmesine, kansızlığa çok iyi geliyordu. Hiçbirisi sende yok mu o zaman olası hastalıklara karşı koruma görevi vardı bu ürünün. Sabahları aç karına biraz soluduğun zaman hiç hasta olmayacağının garantisini veriyordu sana,. Üstelik Sigaranın olumsuz etkilerinden de koruyordu bu ürün. Yaşasın sağlıklı yaşam, yaşasın Jella Marka Oksijen Terapisi.
Önce Sn Prf. Dr. Şarla Tan hanımefendi ciddi bir haber programında bu ürünün ismini vermeden Bağışıklık Sistemi üzerine etkilerini anlattı, sonra prime time kadın programına ürünü kullananlar çıkıp en az dört tüp kullanınca ciltteki lekeleri yokettiğini, 5 tüp kullanıldığında Astımı nasıl iyileştirdiğini anlattılar. Hatta Programın ünlü konuğu Mermer Taraç bunun sürekli kullanıldığında Kanserin Panzehiri olduğunu ifade etti. Programın sunucusu Seza Dayan hanımefendi yeşil gözlerini patlatarak valla hocam “Jella Marka Oksijen Terapisi girmeyen eve Doktor girer” değil mi Allah Aşkınıza diyerek iki göbek attı. Seyirciler müzikle coştu ve oynamaya başladılar. Bu arada şu an sipariş vermek isteyenler için ekranın altında durmadan telefon numaralar verildi. Normalde piyasadaki satış fiyatı 150 lira olan tüplerin hemen sipariş verildiğinde 85 liradan dağıtılacağı hatta yanında da saç bandı hediye verileceği anons edildi.. Seza abla “Kaçırmayın Anacım sudan ucuz bu ürün “ diye çığlık attı.Hatta konunun uzmanı, bu ürünün, bebeklerde, çocuklarda, yaşlılarda bile kullanılabileceği, dinimiz açısından da hiç bir sakıncası olmadığını vurguladı.
“Doğal Metodlarla Çok Güzelim” kitabının yazarı aynı zamanda iki çocuk annesi, zengin koca bulmuş Sumru Dallı ise gazete röportajlarında güzelliğini Oksijen Terapisine borçlu olduğunu söyledi. Ancak Ünlü estetisyenlerin bir zamanlar en iyi müşterisiydi kendisi.
Ürün tanıtımı bununla da kalmadı, internette pazarlanmaya başladı. “Kaz Dağlarına gitmenize hiç gerek yok, Kaz dağları sizin ayağınıza gelsin, üstelik yol masrafının yarıparası fiyatına” sloganı da tutmuştu.
Oysa küçücük tüpe sıkıştırılmış bir havaydı satın alınan, bir zamanlar hava civa diye önemsemediğimiz, eh işte havadan sudan meselelerdi.
Atılgan bey bize piyasada muadilleri 150 lira olan havayı pardon Jella Marka oksijen terapisini, 85 liradan veriyordu ki inanın yarattığı mucize karşısında bu para sudan ucuzdu.
O küçücük tüplerin içinde bizim hayallerimiz ve umutlarımız vardı, biz aslında güzel bir hayatın hayalini satın almıştık, kaygılarımızdan azıcık kurtulmuştuk, ee sağolasınız Atılgan bey, en azından biraz olsun hayal kurduk sayenizde.

27 Ağustos 2010 Cuma

FIRAT SUYU HEP KAN AĞLADI - Filiz Timur

Boz ve bulanık bir girdabın içinde debelenen bedeni,bir kabustan diğerine uyandı.
Vücudundaki tüm kemikler dile gelmiş çığlk atıyor.sağ yanından soluna dönemedi kaburgalarının her biri birer hançer olmuş,böğrüne saplanıyor.Şiltenin üzerinde usulca doğruldu başı onu bırakıp gitmek istercesine zonkluyor,.alıkoymak için başını boynunun üzerinde, leçeği ile sarıp ikide sıkı düğüm atıyor.

Soluklandı,dineldi bir an, kızları aradı karanlğa alışan gözleri ile mitilin altında.Elifi saçlarından anladı,zeliha ya zeliha? telaşlandı panikledi.aklı başına gelsin diye derin bir soluk aldı. doğru ya, kuması dermanı yok diye anasının,gece koynuna almştı zelişi.
Aynı adamın karıları olsalar da,o adamı paylaşamamak gibi bir dertleri olmadı hiç.Onlar kadere boyun eğmişliğin çaresizliğini paylaştılar.yaralarını sardılar,bebelerini salladılar birbirlerinin.onu abla bellemesi omzunda kocunmadan ağlayabilmesindendi.
Yavaşça kalktı mecali kalmamıştı ne kalbinin ne bedeninin. Pencereye doğru yaklaştı,camı araladı ılık bir esinti kanaviçe işli patiska perdelerden sızarak bedenini sardı.Ayışığı günışığı kadar aydınlıktı.
Ayın gülen yüzünde göreceklerdi birbirlerinin yüzünü.Söz vermişlerdi her ay ışığında buluşacaktı kavuşamayan elleri.Göz göze geldi gümüşi parlağında ayın,bedirhan ın kara gözleri ile.Yüreği ısındı. Yaşlı gözlerinde ayın ışığı buğulandı.Yüzünde acı bir
tebessüm gamzelerinin çukurunda donup kaldı.
Kısıkta olsun kahkaha atamadı.zira kadın kısmı çok gülmemeli.hele kahkahayla.haşa, kötü kadınlar gibi.
Bedirhan ona gül diyordu, gül ki gamzelerinde güller açsın,gül ki gülen yüzün gecelerimi aydınlatsın.gülümsemeye çabaladı,patlayan dudağın da depreşti acıları..Sinesinin tam orta yerine koydu elini.derinlerde bir yerde kanıyordu yarası.
Kan davası bitsin diye berdel ettiklerinde hayallerini ve sevdasını çeyiz sandığına kilitledi. Çocukluktan kadınlığa nasıl geçtiğini anlayamadan ana oldu.Biri kucağında,diğeri eteğinde iki bebeden sonra bir daha yüklü kalmasın diye kan revan içinde ölümlerden döndü kaç kere.
Küçük adımlarla kumasının kapısına yaklaştı zeliha yı uyandırmaktan korkarak usulca araladı kapıyı. seyretti ayın ışığında bebeğini uzun uzun elleri, ayakları ,elmacık kemikleri,kıvırcık saçları.şefkatle sarıldı öptü,öptü,öptü.Zeliş buldu karanlıkta anasının ak memelerini.
Hep oğlan doğurmak istedi.Kızları sevmediğinden değil! Bu toprakların ahı vardı kadınlarına. Kadın berdel edilir, kadın sevdiğine varamaz,kadın okuyamaz yazamaz. Çocuk yaşta iyi bir başlık parasına, imam nikahına, yüzünü bile görmediği, babası yaşındaki bir adamın bilmem kaçıncı karısı olabilir Karşı çıkamaz öldürülür.Duvağınla girdiğin koca evinden kefeninle çıkarsın demişti, o gün yazmıştı yazgısını ağası Anası yla yaşadığı kaderin aynını kızları da yaşayacaktı Neden kader bu yazıyı burada doğan kadınlara yazdı.
başka düvellerde doğsalardı kader onlara böyle bir yazgı yazmayacakmıydı? .Acının dayağın törelerin kucağına atmayacaktı göz bebeklerini, cansularını.
Birden öfkenin en şiddetlisi dolandı damarlarında. Babasına, ağalarına,kocasına,amcalarına.Canları yanmalıydı onların da Kocası olacak o zebaninin canı acımalıydı,canından can almalıydı,yüreği kavrulmalı,yaş yerine kan akmalıydı gözlerinden.Ağlatmalıydı onu,en küçüğe zeliş e çok düşkündü zira.
Çetiklerini geçirdi ayağına, bağladı zeliha yı sırtına, elini sıkıca kavradı elif in.İnerken tahta merdivenlerin gıcırtısı ile bir an durakladı.sonra koşarcasına avluya oradan da sokağa attı kendini.Toprak damlar kerpiç evler,ahırlar,bostanlar,tarlalar.Ardında bıraktı hızla her şeyi töreleri dayağı tacizi.Elif bir ara tekerlenir gibi oldu.Eğildi berelenen dizini öptü kuzusunun.Kucakladığında mecaline şaşmadı.
Köprünün orta yerine geldiğinde durdu.Bez bebeğine sımsıkı sarılmıştı Elif
-Ana bak ay dede bize işmar ediyor
Duymadı, bakmadı ayın gülen yüzüne, tutmadı Bedirhan a verdiği sözü .Kalbi buz gibi,bedeni onun değil,terk edeli çok olmuştu kadınlığını.Elinde Elif in yumuk elleri,sırtında zeliş in günahsız bedeni,bıraktı ruhunu Fırat ın soğuk, boz ve bulanık sularına.
Koyunlarını otaran çoban memet,
Buldu Fırat ın kıyısında bezden bir bebek.
Yudu balçığını çamurunu
Yeniden çizdi silinmiş yüzü
Koydu heybesine.
Sevinecekti akşama kızı!
FİLİZ ÖZDEMİR TİMUR
2009

26 Ağustos 2010 Perşembe

SU SESİNDE TOKMAK – Filiz Timur

Ah ulan ah,şimdi gülçiçeğin sıcacık yatağında olmak vardı.Tombul kollarının arasında.sabaha uyanmak
-oğlum senin aklın uçkurunda. millet ekmek derdin de sen gülçiçeğin.
-yok abi yanlış anladın derdim uçkur falan değil, hani sıcak bir yatak şefkatli bir kucak
-yemişim senin sıcak yatağını, aradığın şefkatse sıcak bir aş, ya da yuvaysa ananı özleyeceksin
Gülüşmeler sağdan soldan lafa su katanlar.
Grevin yirmi sekizinci günü.Albildiğine geniş bir meydan.Acil durumlar için kurulmuş bir kaç çadırda gönüllü doktorlar.Adım başı çay ocağı.Yol kenarındaki ağaçların çıplak dallarında afişler boy boy.Ve bir dolu battaniye,gündüzler neyse de geceler zemheri.
Sallama çayın yanına bir cigara.En çok ıstan da muhabbet ve greve destek için gelen yoldaşlar.Satı her gün iş çıkışı uğruyor. Bu akşamüzeri Kemal e yün kazak börek,çörek kutu kutu çay kahve bıraktı.Çalıştığı evin hanımı göndermiş.çorbada benimde tuzum olsun demiş.
Nihat böreklere yumuluyor
-vay be kaymak tabaka bizi düşünüyor ha. abi sırtımız yere gelmez.
-oğlum kaymak dediğin senin benim gibi emekçi, öğretmen maaşıyla tutunuyor hayata
-az veren candan çok veren maldan misali
-Aynen öyle Vedat abi. Satının vefa borcu var öğretmen hanıma bizim kıza çok emeği geçti.Hani dersane okul masrafları falan. Sağ olsun elimizden tuttu hep,gücü kadar.
-Körler sağırlar birbirini ağırlar Bizim derdimizi anca bizden olanlar anlar.Bu gece binlikleri havada uçuşturanlarınsa tuzu kuru.Haberi bile olmayacak davamızdan.Bahşiş diye verdiği parayla nasıl ev geçindirdiğimizden.Kokusunu,tadını unuttuklarımızdan haberi bile olmayacak
.Nihat genç ateşli ve asi, kanı deli deli.Tahammülü yok haksızlığa. Küfürün biri bin para, çayını yudumladı, sigarasından son bir nefes çekti İzmariti ayağı ile ezerken kimbilir hangi hırsız, hangi dönek, hangi kaypak vardı burnu delik postalının altında.
-Buradan bir şey çıkmayacak söyliyim abi..Daha sert olmalıyız memleketin bütün emekçilerini buraya çekmeliyiz.güçlerimizi birleştirmeli gerekirse açlık grevi falan.Her yolu denemeliyiz.bak gör o zaman,nasıl kabul edecek p… ler.
Elleri cebinde, yeşil parkanın içinde kaybolmuş gibi, kapişonu kaşlarının üzerine kadar düşmüş,bir ileri bir geri. Volta atıyor,içerde olduğu günlerdeki gibi.
-Abi sıkıldım günlerdir boş boş oturmaktan.Çoğu arkadaşımız zaturre oldu,adamların kılı bile kıpırdamıyor.Gör bak satılacak burası da diğerleri gibi Peşkeş çekecekler yandaşlarına kırk yıllık emeğimizi.Ağzımıza da bir parmak bal.işte o kadar.
Bir an sustu bakışları yağmur damlalarında asıldı kaldı. suyun pıt pıt sesi toprak damlı evlerinin içine yağan yağmurlara götürdü onu.Anası mutfakta ne kadar kap kacak var yayardı evin her bir yanına.Bakır tasa düşen her bir damla su onun beyninde balyoz olurdu.Suyun sesi değirmenin çarkını döndürdükçe güzelleşirdi kulaklarında.Babası, nasılda mutlanır nasıl kudretli hissederdi kendini.Su nasıl gürül gürül aktıysa usanmadan, babası da öyle inandı umuda ve emeğe.Cabbardı ,cesurdu elli kiloluk un çuvalının altında gık demezdi. Güçlüydü Nihat ın babası.
Ta ki ekmek tekneleri değirmenin suyunu kestikleri güne kadar. Babasının çaresiz suskunluğunda kaybolup gitmişti çağlayanın sesi. Dere yatağındaki iş makinalarını gördüğü gündü ilk baş kaldırısı ilk isyanı, kafa tutuşları.Ne oldu?Ağanın yalaka yanaşmalarından bi ton dayak yedi,çığlıkları susuz bir değirmenin çarkları arasında sustu Kestiler sesini soluğunu. Güç ne gürül gürül çağlayan suda ne değirmenin çarkında ne de babasının umuda olan inancındaydı. Güç paraydı, para kimde güç ondaydı. O gün bu gündür sevmez zenginleri
-Uyan oğlum nerelere gittin, kesiliverdi birden sesin soluğun.
-Haklısın abi sesimin soluğumun kesildiği yerlerdeydim.
-gel,gel de ger şu brandayı. afişlerin kırılan çubuklarını çakmama yardım et.
İsteksizce eğildi soluğu buğuluydu, elleri morarmış.
-al geçir şunları ellerine, anan görse yüreği donar garibin.Bilirim sana hiç dayanamaz.
-Bak Nihat; az önce nerelere daldın, ne düşünüyordun bilemem.Ama sana söyleyecek iki lafım var seni severim bilirsin, bana gençliğimi getirirsin her haykırışında. Çiviyi ağzında tutma kaçar boğazına Allah muhafaza. Biliyorum haksızlığa adalatsizliğe tahammülün yok Ama yaşadıklarım bana öğretti ki, yakıp yıkmakla bir yere varılmıyor, keskin sirke küpüne zarar veriyor, olan gene suçsuz günahsız garibana oluyor.Kavgamız ve kaygımız insandan yanaysa, ona ve onun geleceğine dinamit koyamayız unut bunları oğlum,haklıyken haksız duruma mı düşüreceksin bizi.
-suskunluğum seni işkillendirdimi yoksa ilahi Kemal abi. merak etme, plan milan yaptığım yok.Abi telefon senin galiba.
-Ha tabi ya kaptırmışım. Ev arıyor hayırdır inşallah.
-Aslan oğlum benim, bende seni özledim. Biliyorum bu gece yılbaşı, doğum gününüde unutmuş değilim .
Kemal çaresiz bir ifadeyle ellerini ne yapapilirim der gibi iki yana açıyor.
-can balam, aslan parçam, bak burada olmam gerek Evet. bu gecede gelemeyeceğim. Bak üzülme bi formül düşündüm. Ben gelemiyorum ama siz buraya gelebilirsiniz pekala.Yeni yıla sokakta gireriz.Hem yeni yaşını da burada yüzlerce insanla birlikte kutlarız ha ne dersin?Aslan oğlum benim hadi hazırlanın,ben sizi aldıracağım.Ha üzerinizi iyi giyinin.
Telefonu kapattı gözleri buğuluydu. Çocukları mutlu etmek nede kolaydı.
-Gitseydin be abi. çocuk zaten hasta buralarda perişan olmasınlar.
-Olmaz bir şeycik hem zincire birkaç halka daha eklenir kötü mü.Hadi fırla Nihat, çocukları kap gel. Ha dur dur al şunu.
abi diyecek oldu, sonra kevgir misali ceplerini düşündü. Nihat mecbur, aldı kemalin cebindeki son yirmiliği.
-Biz görmesek de bizden sonrakilere yaşanılır bir dünya bırakmaktır ereğimiz ha kemal abi?
Nihat ın sesinde suskun bir ironi, gözlerinde ağlayan bir tebessüm.
Az ilerde davul zurnaya kaptırmış halay çekiyor grevciler. İnada yoksulluğa, inada yolsuzluğa. Tokmak, isyan; tokmak, sağır kulakların umarsızlığında cesur yüreklerin sesi.Tokmak oğlunun astım ilacı,babasının tekerlekli sandalyesi,kızının vitrinde bakıp bakıp ta alamadığı kımızı palto. Ve tokmak, satının tenceresinde lahana dolmasıydı.

FİLİZ TİMUR 2009

HELVA TADINDA AŞK Filiz Timur

Ailenin gücü kuvveti yerinde erkekleri, kadın ve çocukları nehrin karşı yakasına birer birer taşıyor, nehrin öteki yakasında karşıya geçmek için sıramızı bekliyoruz.Anam kardaşımı sırtına bağlamış, belindeki halatın bir ucu bana diğeri ablama bağlı.
Babamdan bir haber çıkmayınca amcam bizi arelacele derdest edip, atmıştı kamyonun arkasına. Anam yanına o koskoca evden sadece ziynetlerini alabilmişti amcamdan gizli. Zira canlarımızı kurtarmaktı amcamın derdiTepede ki nöbetçinin Bolşevikler diye bağırması ile anam amcamın dönmesini beklemeden Aras ın buz gibi sularına can havliyle attı kendini. Ben, ablam ve kardaşım birbirimize bağlı Aras ın buzdan beter suyunda sürükleniyoruz. Bu arada silah seslerine karışan çığlıklar, benim ve ablamın çığlıkları balalarım diye feryat eden anamın sesi.
Yüzüme sıcak bir damla düşüyor, kendi gözlerinden önce benim yanağımı siliyor. romatizma bir tek parmaklarının şefkatine dokunamamış. Her sabah annemle, çilekeş ellerini merhemlerle ovuşturuyoruz, anca böyle tutabiliyor elindeki çay bardağını..
-Ee babaanne diye merakla soruyorum. Oysa kimbilir kaçıncı kez dinliyorum, her seferinde ilk kez gibi yüreğim kah aydınlığında aşkın, kah karanlığında hasretin.
Divanın baş köşesi onun yeri o, evimizin en değerli süsü, başımı dizlerine koyup bir iki hekatını dinlemeden uyuyamam çocukluğumdan beri.
-Ee si biliyorsun
-Anlat babaanne lütfen
Onu acıtan kısımlarını kesmek değiştirmek istiyorum öyküsünün.ama öyle çok ki. Acı, onun yaşamının çeşnisi olmuş;yaşlandıkça da kekresi kalmış damaklarında.Son anda kolundan yakalayıp boğulmaktan kurtaran elin aşk olduğunu mutlu sonla bitsin diye öyküsü her seferinde en son bırakır.
-Sonra çığlıklar boğuldu. Aras ın suları kızardı. Silah sesleri karşı kıyıda kaldı. Tıpkı evim, çocukluğum, sevdiklerim, babam gibi.Burası hasretin,acının,yokluğun,yoksulluğun başladığı yer, burası yalnız terk edilmiş harabe yaşamların doğduğu yer.Canlarımı sulara bıraktığım yer. O gün bugündür akan her damla suda can ararım, kana kana içmem bundandır buz gibi suları,ciğerimin ateşini söndürür sanırım, her yudumda onları içtiğimi sanırım da aldanırım.
-Aldanmazsın anne, onlar başka canlarda can buldular. Hep demezmisin Sude nin kınalı saçlarında. ela gözlerinde ablamı görürüm diye.
Annem,canım annem.Babaannemin sevgili gelini. Daha görmedim onlar gibi kaynana gelini. Sabah kahvesini getirdi. Gümüş zarflığın içindeki kulpsuz fincanın yanında çifte kavrulmuş lokumu
-ben de istiyorum kahve.
-kızlar kahve içmez diyor annem, kararırsın. hep korkuyorum kap kara arap kızı olmaktan,bir iki lokuma tav oluyorum.
-Haşmet beyi anlat anne, anlat ki yeni yetmeler aşkın sevdanın öyle saman alevi olmadığını öğrensinler. Konuşan bakışlarından anlıyorum,bana kinaye yapıyor.
-Kınalım bu sabah taramadın saçlarımı.
Sıkıştığım köşeden kurtarıyor babaannem gene beni.
Siyah krep demor örtünün altından gümüş bir ırmak akıyor boynundan omuzlarına Fildişi tarağı,gümüş aynası onun bilmem kaç yıllık yarenleri.
-Babaanne saçlarını biraz kısaltalım ha ne dersin toplaması kolay olur,
.-yok oğul yok bir kadının saçları iman tahtasını örtmeli.
Topluyor tek tek siyah örtünün üzerindeki gümüş telleri,
-saçlarını öyle ulu orta yerlere atma, hele sokağa aman ha.Allah muhafaza bir kuşun ayaklarına dolanırda ah eder sonra kuş sana.Çetin le buluştuğumuz parktaki güvercinlerin parmaksız ayakları geliyor gözlerimin önüne.
-öğlen oldu ben bir aptes tazeliyim.
-Hadi babaanne haşmet beyi anlat daha ezana çok var
-annen doğru söyler biz zamane aşklarını bilmedik .Arı nasıl ki peteğini sabırla dokur,sonra içini balla doldurur,işte hayatı böyle dokumayı, içini balla doldurabilmeyi aşk bildik biz. Zordur bal eylemek hayatı,çok zor.
Kahvenin telveli son yudumunun ağzında bıraktığı pası bir yudum suyla yıkadı. Boğazın daki düğümü çözmek elimde olsa keşke.
- ben biçare kuzusunu kaybetmiş koyun misali meleşiyorum, dövünüyorum.Naçar feryatlarım ne vakit sustu,ne vakit dondum,ne vakit ısındım,ne vakit uyudum,uyandım.Kaç vakit geçti,kaç gün doğup battı bilmiyorum.Gözlerimi yeşil doç kamyonun şoför mahallinde açtım.yanımda haşmet bey,üzerimde şayak ceketi.
Karaköse ye vardığımızda gün ağarıyordu. Çorak ve çıplaktı Karaköse. Kaderimle ortak bir hüznü var dağlarının yüzünde. Yalnız, kimsesiz birer çocuktuk,ben ve karaköse.Bahtı kara yoksul ve çıplaktık ikimizde.
Haşmet bey adı gibi haşmetli babaannemin boyu, boyunun yarısı.yaşı yaşının yarısından da küçük.Sol eli direksiyonda,sağ eliyle babaannemin alnına dokunuyor,uyandığını görünce,
- Oh be korkuttun beni sarı kız, iyicesin değil mi?
Başını sallıyor babaannem.
-Sahi adın nedir senin,hep sarı kız diyemem ya
Sıkılgan mahçup, cılız bir ses,
-Gülbahar,
-Hah işte böyle adın sana çok yakıştı.
Babaannemin yanakları al al. Henüz ergen ve henüz bahar. Kamyonun homurtusu nihayet duruyor, gıcırtıyla açılan kapısı ve haşmet beyin uzanan eli.Gecenin karanlığı ve ayaz Gülbahar’ı ürkütmüş olacak ki sımsıkı kavrıyor haşmet beyin elini.Evi kadar sıcak,babası kadar güçlü adamın elleri.
-kuzum, kınalım uyan artık,
Sıçrıyorum yerimden
-kıldınmı namazını
Ooo namazmı kalır ikindi oldu nerdeyse, bu kadar güzellik uykusu yeter
babaanneme rüyamdaki haşmet beyi anlatıyorum.
-.Rahmetli hayır ister herhal bir helva kavurup dağıtmalı komşulara.
Haşmet beyle harmanladıklari gibi hayatı. Tereyağının kokusunda harmanlıyor ev ununu Geçmişin renkleri ela gözlerinde ki yeşil harelerde yansıyor.
Nasıl oldu nasıl evlendiniz dedemle. hadi bir kez daha anlat, hadi babaanne.
-Hayat boyuma büyük geliyor. Geceleri anam ve kardeşlerim hep rüyamda.Yalnızım,gözüm yaşın olsun biri silsin istiyorum.O kazanıyor,ekmeği taştan çıkarıyor,ben yuyup yıkıyorum,pişirip döşürüyorum. Acılarımı dindiriyor iş yapmak. El işlemeyince keder dağılmaz derdi rahmetli anam. Essahtan da sabahtan akşama nasıl vardığımı çoğu gün anlamazdım.
Yorgun bir günün akşamıydı, tam siniyi kaldıracam yerden, tuttu kolumu.
-bana varırmısın sarı kız
O gün, o an büyüdüm, sanki yer ayağımın altından kaydı.Yüzüm al al.Varmak ne ki, Haşmet beye varmak ona ulaşmak. Duymasın diye kalbimin sesini, odama nasıl sığındım, nasıl sabahı sabah ettim. İçim bir hoş, elim ayağım tutmuyor. Zemine ezem sende bir haller var dedi,anlattım.Bi koşu gitti,elinde bir bohçayla döndü.Bir iki gün sonra.zemine ezemin gelinliği üzerimde, imam kıydı nikahımızı.
-Resmi nikahınız amcam okula başlarken yapıldı değimli?
-Öyle ya oğlanların, birde Yıldız halanın nüfusları yoktu ki okul yaşlarına kadar.
Un kavruldukça rengi koyulaşıyor koyulaştıkça da kokusu yayılıyor. babaannem kokuyla beraber dolaşıyor anılarında.
-Ben onun geride bıraktığı oğlu kızı karısıydım, o benim anam,babam,kardeşlerimdi.Gözyaşlarımızı sildik,eksiğini tamamladık birbirimizin.Taşı taş üstüne koyduk yuva belledik,taşı aş eyledik.Aza kanaat ettik,çoğa eriştik .Variyet ve zürriyet sahibi olduk şükür rabbime.
Telefon. Çetin olmalı, annemden önce seğirttim.Kalbimin sesini duymalarından korkuyorum.
Mutfağa döndüğümde babaannem gözlerimin içine içine bakıyor.
- dedenin gözlerine her baktığımda, her sarı kız, gülbaharım dediğinde, her çocuğumu kucağıma aldığımda;aynen senin şu an gözlerinin parladığı gibi parlardı gözlerim.Aşk ilk gözleri parlatır,sonra tüm hayatı.Annem, ,manidar bakışları üzerimde şerbeti ılıştırıyor.
-Sen, sen ol hayata pes deme. Aşk sen ardından gidersen döner döner bakar sana.Bazen tek bir gülde,bazen bir mendilde büyür.Kanaviçende çiçek yaprak kuş olur,sandığını doldurur.Pişirdiğin aş olur sofrana gelir.Sonra,karnındaki ilk kıpırtıda gülümser sana,süt olur taşar ak memelerden.Aşk senden vazgeçmez kınalı kuzum tek sen git onun ardı sıra.
-Bir iyi kusturmak lazım yağı, ardından ılık şerbeti çektimi içine, odur helvanın makbulü.

Kavrulmalı insan da un misali,kusmalı hırsını,zaafını ki nüksedebilsin şerbet her bir zerresine

Bakır tabaklarda ki helvanın üzeri çatalla nakışlandı. Hayata nakşederek emek vererek sunulan her şeyde aşk vardı.
FİLİZ TİMUR
ARALIK 2009 İATANBUL

18 Ağustos 2010 Çarşamba

SUZİNNA VE SUZAN Filiz Timur

Gün dağları aşıp evleri, odaları aydınlattığında bir telaş başlar hayatım da. Her gün bir öncekinin aynısı olmasa da günler benzer birbirine. Tıpkı insanların, yaşamların benzediği gibi. Tıpkı yıllardır gördüğüm gözlerdeki sevincin hüznün aşkın gözyaşının bana hep aynı yansıdığı gibi.

-Kıs şu müziğin sesini oğlum komşular rahatsız olacak!

Haklı Suzan bir tek komşular değil duvarlar titriyor. Duvarla birlikte ben. Sırlarım dökülecek diye korkuyorum. Hepsine sözüm var çünkü, bende kalacaklar.

Sık sık göz göze geliriz dudaklarında minicik bir tebessümle Mustafa'nın ona "gülmek sana çok yakışıyor" dediğinden bu yana yüzünde hep o tebessüm. Önüne dökülen siyah perçemini tel tokayla şöyle bir tutturuyor diline pelesenk olmuş bir şarkı var bu günlerde, mırıldanıp duruyo sarı gelin aman sarı gelin aman tamamını bilmiyor boş yerleri kendi uyduruyor. Annesi gibi, her işe, her söze bir şarkı ya bir deyim yakıştırır.en çok aklında kalanı iş insanın aynasıdır olmuş. Yaptığı her işte kendini görür. En güzeli olsun diye de ne çok yorulur.
Konsülün üzerinde açılmamış zarflar çoğu fatura yakıt elekrik su telefon. Bunaldı, faturalar için yaşıyoruz, diye söylendi. Hiç birini açmıyor evelden ne güzeldi, mektuplar gelirdi kardeşlerinden, arkadaşlarından. Merakla, heyecanla açar, bir solukta okur, sonra oturur cevaplardı onları. Şimdi yapay bir alemin içind, vızır vızır gidip gelen kısaltılmış, içi boş mesajlar. Zarfların içinde can sıkıcı hesap dökümleri Merak uyandıracak bir şey yok ki, ne diye açıpta iki kuruşluk keyfini bozsundu.

Kendini ödüllendirdiği anlardan biri sabah saatleri. Ödülü bir fincan, kahve bir sigara. Saksıdaki çiçekleri ile hatırlaşma. Sardunyaların sararan yapraklarını ayıkladı

-sen var ya sen zilli, hiç bakmıyorsun yüzüme, lkyazın güneşi vuruyor nasılsa yüzüne. Mor menekşeye sitemi var, sahi nicedir çiçeğe durmadı, kartlaştı mı ne?
Mor menekşeler. Suzinna nn üzerinde o gün mor çiçekli kadife bindallısı vardı. Muzip ama işveli bakışlarıyla buluştuğum yer, konağın arka bahçesine bakan, Mehmet ağanın odasıydı. Yüzü öyle güzel ve öyle yabancıydı. Yanakları, dudakları yerdeki iran halısından daha al. O kadar çocuk ve o kadar kadın ki. Niceleri geldi geçti bu odadan ama suzinna bir başkaydı!

Telefonun ahizesini boynuna sıkıştırmış bir yandanda beşamel sosunu hazırlıyor ogretenin.Hızlı hızlı karıştırıyor,sosu pütürüklenmesin diye.Ve tane tane konuşuyor

-Bak canım yapacağın tek şey var, sakın onu değiştirmeye çalışma. Sen değişmezsen hiçbir şey değişmez. Sedef, gene elinde tutamadı galiba, son sevgiliside onu terk ediyor.

-Hadi üzme kendini, bir şeyler hazırla, çağır akşam yemeğe.iki tatlı söz. Bak göreceksin her şey yoluna girecek. O,Seni seviyor biliyorum.

-Hiç önemi yok. Ha ara beni merakta bırakma!, hadi öptüm.

Mehmet ağa filinta gibi,bıçkın,delikanlı adam.Bugüne kadar hiçbir kadın ona hayır diyemedi. Suzinaya ilk görüşte vuruldu. Boyu,posu endamı dillere destan. Gavurun kızı öyle güze ki. Attığı gibi atının terkisine doğru Sarıkamış taki konağa. Sarı gelin türküsünü yarı Türkçe yarı Ermenice öyle bir söylüyorki hani dile gelsem, bende söylesem istiyorum.
Pirinç karyolanın topuzunda asılı kadife peşkirle sardı, pembe beyaz billur gibi tenini. Minik ayaklarında kırmızı pontufları. Gümüş kemer mor bindallının üzerinden dal gibi ince beline dolandı.
Duştan çıktı Suzan. Pembe beyaz tenini iyice yağladı, bornozunu sırtına geçirdi, saçlarında birkaç bigudi, minik ayaklarını kremledi ve kısa konçlu çoraplarını geçirdi. Gün akşama
ulaşmak üzereydi.
Suzinnanın yüzü bana benim yüzüm bahçeye bakıyor. Dua ediyorum,gördüğümü görmesin diye. Benden yansıyanı gördü hep insanoğlu, Suzinnada gördü. Bahçedeki çeşmenin başında esvaplarını yıkıyan kadını. Kadın bir ihrama bürünmüş, yanında iki erkek çocuk. Onları ilk kez konağın bahçesinde görüyor. Merak ve telaşla bi koşu bahçeye atıyor kendini. Kadın suzinnayı gördüğünde mahçuplanıyor, kaçmak, saklanmak istiyor ama geç, Suzinna kadının kolundan tutuyor bir şeyler soruyor, kadın ağzından laf kaçırmak istemiyor suzi ısrarla soruyor, ne konuştuklarını duymuyor, görüyorum, Suzinin rengi kül gibi, gözlerinde biriken yaşları siliyor, oğlanların başını okşuyor, mor bindallısının kollarını çemirliyor, parmağından siyah oltu taşı yüzüğünü çıkarıp yalağın kenerına koyuyor, bakır teştin başına oturuyor.

Bir yerlerde sabitleniyor bakışları. Erivanda, Hrastan nehrinin kıyısında abasıyla esvap yudukları günlere, burunlarındaki sümüklerin donduğu, buz tutan nehrin üzerinden yürüyerek eve vardıklarında o acımasız analıklarının hışmıyla karşılaştığı günlere gittiğini biliyorum. Mehmet ağanın kollarında, ağlayarak anlattığı yoksulluk ve acılarla geçen çocukluk anılarından biliyorum dalıp ta nerelere gittiğini.
Suzan bordo rengi tayyörünün içinde şarap gibi. Elli yaşında olduğunu ancak böyle giyindiğinde fark ediyorum. Bu akşam özel bir konser var. Türk ve Ermeni sanatçılarının dostluk konserine davetliler. Sedat 'a erken gelmesi için mesaj atıyor. Öyle heyecanlı ki. Bir çok konsere gittiğini biliyorum ama bu akşam başka bi şey var gözlerinde, babaannesinin yadigarı oltu taşı yüzüğü takarken elleri titriyor.
Suzinna işini bitirip döndüğünde, odanın görkemiyle,bahçedeki sefaletin tezatını anlamaya çalışıyordu. Öfkeliydi. bu görkemi bu safahatı hak etmiyordu. Gün akşama ulaşmıştı. Meşin çizmelerin ayak sesi odaya ulaştığında o, birkaç parça eşyasını almış gözyaşlarını kuruluyordu. Mehmet ağa soran gözlerle tahta bavula ve kül rengine dönmüş suzinin yüzüne bakıyordu .
-Sen merhamettin benim için Mehmet ağa,sen koruyan kollayan adalettin,amma yalanmışsın. Nikahlı karın,üzerinde yedeği olmadığı için,yıkadığı esvabı kuruyana kadar ihrama sarılıyor. O iki sabı kuru ekmeği katıksız yerken benim boğazımdan geçmez,oturamam kuş sütü eksik sofrana, giyinemem atlasları kadifeleri ; ben yokluğun insana neler ettirdiğini bilirim Mehmet ağa. Yoksullukla gururun yan yana nasıl zor yürüdüklerini de bilirim.
Mehmet ağa hiddetli, hiçbir kadın ona böyle çemkirmedi şu ana değin.
-var git çoluk çocuğunun başına. Mehmet ağa. Zennure hanımın ayaklarını öp, öp ki zedelenmesin diye senin itibarın ve onurun, aç gezip tok salınmanın ne demek olduğunu öğretsin sana. Öp ki kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyebilmenin yüceliğini öğretsin sana
ziynetlerinin ve giysilerinin hiç birine dokunmadı
-bu oda ve içindeki her şey Zennure hanıma aittir. Bunlar onun hakkı çünkü
Mehmet ağanın yenik ve mahçup bakışları arasından süzülerek arabacıya seslendi.
Konser dönüşü Suzanın dilindeki türküyle hani insan olsam burnumun direği sızlardı Sarı gelini eksiksiz ve tıpkı suzi gibi okuyordu. Tekerrüre tanıklıktı benim görevim. Kaç nesil geldi geçti içimden. Unuttum çoğu yüzleri.Aklımda bir suzinnanınki bir zennure hanımınki. Benim gibi Suzinnayı unutmadı Zennure hanım, torununu kucağına aldığı gün suzinnayı gördü kömür karası gözlerde. Ona suzan adını verirken mağrur ve onurlu kadının asil ruhundan torununa bir şeyler aktığını biliyordu.

FİLİZ TİMUR 2009

MAVİ MUCİZE Filiz Timur

Güzel yerim cam kenarı yolculuklarda cam kenarında olmayı severim . Kitabım gazetem, naneli cikletim beyaz leblebim, mideme iyi geliyolar. Paltomu ve el bagajımı yukarı koyuyorum.yanımdaki koltuk boş, eğer biri gelecekse bunun bir bayan olma ihtimali yüzde yüz. çünkü biletinizi tek bayan diye kestirmişseniz.yol boyunca yabancı bir erkekle yolculuk yapmak birilerini bozar.namusuna zeval gelir nene lazım.adamlar canını namusunu iffetini korumak için her önlemi almış. içten içe yol boyunca boş kalmasını diliyorum yanımdaki koltuğun.kimseyle yarenlik edecek halde değilim.biraz kitap,biraz gazete ve birazda yolların yareni olmak istiyorum.
otobüs hareket ediyorduk ki genç bir kadın muavinin de yardımıyla apar topar otobüse dar attı kendini işte dedim yanımdaki koltuğun sahibi.yanılmamışım..telaş ve panikle elindeki çantasını yanımdaki boş koltuğa attı paltosunu çıkardı belli yetişmek için iyi koşturmuş.oturdu epey bir çantasını karıştırdı bulduğu tokayla uzun siyah saçlarını geriden sıkıca topladı.mavi kapaklı kitabını önündeki koltuğun filesine yerleştirdi.belli ki oda benim gibi yol boyunca kitap okumaya niyetli. sanki beni farketmedi.ya çok telaşlanmış yada kafası başka yerlerde.
.gün batmak üzere Hüzünlü ve yalnızdır Ankara nın akşamları.yada ben öyle hissediyorum.ayrılık zor.bir yanım hasrettedir bir yanım kavuşmanın heyecanında her Ankara dönüşümde.yavaş yavaş şehrin ışıkları kayboluyor.şimdi bozkırı bölen otobandayız telefonumu kapatıyorum.gazeteye şöyle bir göz gezdiriyorum o.esnada servis görevlisi ne içersiniz diye soruyor ben kahve diyorum.yanımdaki genç kadın meyve suyu istiyor.ve beni yeni fark etmiş gibi tebessüm ediyor.yuvarlak çehresi nokta gibi burnu çilli yanakları kocaman yuvarlak gözleri yuvarlak dudakları.hınzır neşeli biraz evvelki telaşından eser yok.mavi gözleri pırıl pırıl insanın gözlerini ya aşk heyecanı yada yaşam tutkusu böyle parlatır.içeceklerimiz geliyor.çantasından çıkardığı kese kağıdını bana uzatıyor
--beypazarı kurusu alırmısınız
-sağol biliyorum lezzetlidir ama mideme dokunuyor
-ah ülseriniz felanmı var yoksa size hemen şifalı bitkilerden bir karışım öğreteyim çok iyi gelir mide ağrılarına
- -yo.yo sadece yolculukta dikkat ediyorum
Ben kahvemi oda meyve suyunu içiyoruz.
-ha benim adım gülşad t ile değil d ile bitiyor,
Memnun oldum ben de ipek,istanbuldamı oturuyorsun
-amcam vefat ettide onun cenazesine gidiyorum.
-çok üzüldüm başın sağolsun
ben onu çok geç tanıdım.bu yüzden de ölümü bana çok koydu.tam onunla dost olmaya başlamıştık.babamı yeniden bulmuş gibiydim.ki o gitti.
yaşına ve görünümüne kıyasla davranışları olgun ve bilgece havadan sudan ordan burdan derken kaptırmışım biz bir süre sonra birbirini yıllardır tanıyan iki dost gibiyiz ben çocuklarımı ailemi,o annesini babasını kardeşlerini dedesini ve çocukluğunu.
Hiçbir yaşamın sıradan olmadığı gibi.her yaşamın da mutlaka bir öyküsü vardırÇocukluğu ve ilk gençlik yılları mersinde dedesinin yanında geçmiş..yazları yaylada kışları okul zamanı mersindeki konakta yaşarlarmış.mahallelerindeki bütün evlerin resmedilecek kadar güzel olduklarını ve şimdi çoğunun yerinde çok katlı binalar dikildiğini üzülerek anlatıyor.
Okul yolundaki üç katlı konağı anlatmaya başladığında neden gözlerinin parladığını öyküsünü dinledikten sonra anlayacaktım. yılın çoğu içinde insan yaşamayan o görkemli konağa ilgisi ve hayranlığı daha altı yaşlarında başlamış okula gidiş dönüşlerinde evin bahçe kapısındaki aralıktan bahçeyi pencereleri kapıları tek tek inceliyor ana kapının üzerindeki mavi taşa takılıp dakikalarca büyülenmiş gibi bakakalıyormuş.
Ön koltuktaki bebek sürekli ağlıyor annesi sonunda çareyi otabüsün koridorlarını arşınlamakta buldu. yolcuların ilgisi bebeği biraz olsun oyalıyordu.anne yoruluyor tam yerine oturacak ortalık feryat figan.
Dinlerken sıkılmıyordum ölçülü davranışları ahenkli ses tonu beni dinlendiriyordu .yolculuğun başındaki yalnız kalma isteğimdende vazgeçirmişti beni bu durum.sürekli ondan yana baktığımdan boynum tutulur gibi oldu sağa sola doğru hareket ettirirken bir dakika dedi avuç içini enseme koydu o an elinde sıcak bir cisim olduğunu düşünüp irkildim
-korkmayın az sonra hiç bir şeyiniz kalmayacak merak etmeyin
Ben tedirgin duymuşum böyle r iki leri falan ama inanmıyorum.sanki içimi okuyor
-sadece inanın dedi şifanın hepimizin ellerinde olduğuna inanın lütfen
Birkaç dakika sonra boynumun ağrısı gerçekten geçmişti elleri şifalı bir yol arkadaşım vardı görevlinin mola anonsuyla şaşırdım na zaman gelmiştik bolu ya yarım saat ihtiyaç molası.
. Ankara, İstanbul arası saymadım öyle çok gidip gelmelerim olduki.nerde mola verilir nerede ne yenir ne içilir. lokumu tarhanası peyniri yağı nerenin daha iyidir.ezberledim hele tünelden önceki dağ yolu artık otobüsler o yolu kullanmıyor.kamyoncuların yemek yedikleri mola yerleri salaş,dingin,ve bilge mekanlar.Öyle şimdiki restoranlar gibi açık büfe falan yok oturursun muşamba örtülü masalarına önden sıcacık tavşan kanı çay. sahibi güler yüzlüdür, ekmek teknesidir burası onun,.en hasını yapar kurunun. Dili vardı mola yerlerinin tahta iskemleler kim bilir ne çok sırrını paylaştı buraların müdavimi kamyon şoförlerinin.
Gözleme ve çay harikaydı birde sigara .otobüse binmekte aceleciydi.
Oturduk ona lokum ikram ettim (oğlum çok sever lokumun Safranbolulu olanından al diye de sipariş eder)
-eee sonra dedim
-ne sonra
- hani o gizemli ev
-ha evet
-yıktılarmı onuda diğerleri gibi
-hayır hayır tersine ev her yaz bakıma alınıyor boyası cilası bahçesi sanki birileri gelecek gibi.hazırlanıyor fakat ne gelen var ne giden ben meraktan çatlıyorum dedem sahiplerinin yurt dışında yaşadığını evelden sıkça geldiklerini yıllardır uğramadıklarını ama evin onlar için çok değerli olduğunu bu yüzdende bakımını yaptırdıklarını anlattı.lise yıllarımda evle aramda biyolojik bir bağ kurmuştum artık bana ait pir parçanın o evde yaşadığına inanıyordum.paranoyamı ne derseniz deyin istem dışı bir güç beni o konağa çekiyordu.
Bana soru sormuyor bir ara kendimden söz edecek oluyorum sanki biliyor yada bana vakıf.
Sonra üniversite yılları,Ankara ,güzel sanatlar resimler heykeller. Yarışmalar yaptığı resimlerden birinin derece alması bu resmin yurt dışında çıkan dergilerde yayımlanması.merak ettim resmin konusunu sordum.
-yok öyle aman aman bir teması yoktu
-mersindeki konağımı yaptın.gülümsedi dişleri ne kadar beyaz ve düzgündü
-evet konakla ilgili fakat tek bir ayrıntısı.hani ana kapının üzerindeki mavi yıldız vardı ya işte sadece o yıldız.
Ön koltuktaki bebek gene başladı annesine rahat vermedi yol boyunca. Bebeği kucağına aldı bir iki toka kalem anahtarlık çantasında ne varsa döktü önüne çok ilginçti anahtarlıktaki mavinin parlaklığı gözlerimi aldı.çocuk keyifle kahkaha atıyordu.
-belçikadan gelen bir mektup hayatımı değiştirdi.diye hiç ummadığım anda konuya devam etmeye başladı.
-burs yada doktoramı
-hayır sirius tan
-sirius
Evet sirius ismi sizi şaşırttı değimli
-evet daha önce duymuştum ama isim olarak değil
-haklısınız sirius bir gezegenin adı yada çok parlak bir yıldızın
Merakım ve şaşkınlığım iyiden iyiye artıyordu.o konuşmasını sürdürmeye devam ediyordu
Sirius Belçika da yaşıyormuş.botanik okumuş
-yayımlanan resmim ilgisini çekmiş aynı figürün mersinde dededen kalma bir konağın ana kapısında bulunduğunu bunun çok özel bir yıldız olduğunu bu yıldızın adının sirius olduğunu benzer renk ve güzellikte bir çiçeğin yeryüzünde çok ender bulunduğunu ve bu çiçeğinde sadece konağın bahçesinde yetiştiğini bu yüzden oranın çok değerli olduğunu .kendisini bir an önce tanımak istediğini yazıyormuş mektupta.
eee diye soracak oldum bebek kucağında mışıl mışıl uyuyordu elinde mavi yıldız figürlü anahtarlık.bir yudum su içtim sonunu merak etmeye başlamıştım.
-sonra
-sonra sirius la tanıştık biz aslında birbirimizi tanıyorduk.tüm bu yaşadıklarım önceden yazılmıştı çünkü.Biz sadece zamanın gelmesini beklemek zorundaydık ben diğer yarımı bulmuştum aşk mıydı yoksa ilahi bir güç mü o bensiz ben onsuz yapamayacağımızı anladık
Tamam diyorum içimden bu kız uzaylı üç beş saatin içerisinde böyle bir senaryo yazılamazdı.boynum ağırmıyordu bebek hala uyuyordu.
-mersinde doğduğu evin ana kapısının altındaki mavi yıldız figürünün altında nikahımız kıyıldı o gün bahçedeki sirius çiçeği mevsimi olmamasına rağmen açmıştı.o eve ait olduğumu biliyordum.eşyalar objeler her bir nesneye aşinaydım.çocuklarımı orada doğurmayada kararlı.
Tamam işte sezgilerimde yanılmıyorum Gezegenimizde çoğalmak isteyen dagonlar(dagonlar eski mısır uygarlığına göre sirius gezegeninde yaşayan çok zeki varlıklarmış.gülşadı tanıdıktan sonra araştırdım)
Vapurda,trende,sokakta orda burada bi çok yeni insan tanırız.konuşuruz,tepkilerimizi paylaşırız sonra unuturuz gider.İz bırakanı çok azdır yada hiç olmamıştır.Gülşad bende iz bırakacağa benziyordu ondan yeteneklerinden ve öyküsünden etkilenmiştim.sezgileri insanüstü geliyordu
.istanbula yaklaşıyorduk dostluğu, varlığı bana inanılmaz bir sevinç katmıştı onu hiç unutmayacaktım çantamı açtım benden bir anı bırakmak istiyordum. her kadınınki gibi çantam çifil çarşısı ne ararsan var hele seyahata çıkarken tam teçhizat.Elime minik küpe kutum takıldı hiç düşünmedim açtım mavi firuze taşlı yıldız şeklindeki küpelerim düşünülüpte alınmış gibi hayrete düşürdü beni .ona uzattım önce bakakaldı sonra eline aldı avuçlarının içinde tuttu bir süre.ve hiçbir şey söylemeden yeni deldirmiş olduğu kulaklarına taktı.bunlar onundu sanki küpelerim hiç bu kadar parlak olmamıştı çantasını açtı sarı mavi yeşil cam boncuklarla oyalanmış bir yemeniyi bana uzattı hiç itiraz etmeden aldım boynuma doladım.
Eşim karşılamaya gelmişti onu gideceği yere kadar bırakmak istedik göztepede bir otobüs durağında indi .yakınları onu oradan alacaklarmış..telefon veya e posta almamıştık.O anda kalmasını istedik yol arkadaşlığımızın.
Vedalaştık yüzündeki ifade hala hatırımda aydınlık beyaz bir ışık la bakan gözlerinde.seni seviyorum diyen bir söylem vardı sanki.aynı ifadeyle karşılık vermeye çalıştım.anladı biliyordum..bir daha görürmüyüm.bir daha karşılaşırmıyız bilemiyorum. Ama emindik, o beni ben de onu hiç unutmayacaktık
-
Ffiliz Timur 2009

1 Ağustos 2010 Pazar

KIRIK AYNA Gonca Borça

Ne zaman bu yokuştan aşağı insem bir coşku sarar içimi, kendimi dükkanların vitrininden izlemeye bayılırım. Hele de biraz güneş açsa, Ankara’da kafeler dolar taşar. Genci yaşlısıyla insanlar doluşur sokaklara. Gözlerim sezonluk kıyafetlere takılırken, bu arada vitrin camlarından saçlarıma, pantolonuma bakmadan edemem. Birden, yerde gözüme mavi kapaklı bir şey takıldı, eğilip aldım. Kapağını açınca çift taraflı bir ayna olduğunun farkına vardım. Ucu biraz kırılmış ama yine de güzel, kapağında da bir nazar boncuğu var.

Pelin yoldan bulduğu ucu kırık aynaya baktı ve uzun zamandır hissetmediği kadar güzel hissetti kendini, yaş onsekiz, bulutların üstünde mi ne? Aynaya bakınca gülümsedi, bir an kurduğu hayallerle buluştu, tercüman olmak istiyordu, pek çok ülke görmek, yabancı insanlarla tanışmak, onların dilinde konuşmak, dünyalarını, kültürlerini öğrenmek ve yaptığı işlerde başarılı olmak istiyordu. Belki de bir belgesel sunabilirdi günün birinde, dünyayı dolaşıp, uzakları yakınlaştırıp, kültürleri anlatabilirdi güzel sesiyle.
Aynada beş yıl sonraki Pelin ona bakıp gülümsüyordu. İstediklerine kavuşmuş, iki yabancı dili profesyonelce konuşan, başarılı bir iş kadını.
Tercümanlık olmaktı hayali, aylardır bu hayalin gücüyle derslerine çalışıyor, gecesini gündüzüne katarak hayaline biraz daha yakın hissediyordu kendini. Çok değil bir sene sonunda, İstanbul’da, yeni arkadaşlar edinmiş, kampüse alışmış, bir sürü yeni kelime öğrenmiş olacak olmanın hayaline sımsıkı bağlanmıştı.

Şubat tatili gelmişti, Şişli’de büyük bir firmada çalışan kuzeninden gelen davet üzerine İstanbul’a gitmek için hazırlandı, hem kısa bir kursa katılacak hem de bir hava değişimi olacaktı onun için. Yaşamayı hayal ettiği şehri ise daha yakından tanıyacaktı bu defa. Tren yolculuğuna bayılırdı. Cam kenarından aldığı biletinin koltuğuna keyifle oturdu. İçerideki sıcaktan ve dışarıdaki soğuktan buğulanmış camların üzerine imzasını attı, bu imza kim bilir hangi projelere daha atılacaktı, hangi çevirilerde adı geçecekti.
Karşı koltuğa bir anne kız “İyi yolculuklar” diyerek oturdular, Pelin gülümsedi onlara mutlu bir ifadeyle. Ara sıra attığı imzanın ayna gibi yansımasında kendine bakıyor, kendini seyretmek hoşuna gidiyordu.

Cam kenarını her zaman bilinçli olarak tercih eder, doğal güzellikleri seyrederken hayaller kurar, düşler ve gerçekler arasında gidip gelirdi. Annesi ve kardeşleri Pelin’e hayal dünyasından çıkıp gerçekçi olması için salık verirlerdi ama Pelin bu duygularla yaşamayı ve hayal kurmayı çok seviyordu. Yolculuk boyunca arasıra içinden şarkılar mırıldanıp, karla kaplı ağaçların arasında sıkışmış bir köy okulu gördüğünde heyecanlanır, burada okuyan öğrenciler acaba nasıldır? diye hayal ederdi. Tren, orman köylerinin arasından geçerken, odunları kapısında yığılmış, bacası duman tüten köy evlerine bakıp orada yaşayan insanları merak ederdi.

İstanbul’a yaklaşırken karşısında oturan bayan, “Okuyor musun yavrum” diye sordu.
“Evet” dedi heyecanla Pelin “Mütercim Tercümanlık”. Kendi de inanamamıştı ağzından çıkan sözlere.
“A, ne güzel ben de orada okumak istiyorum” dedi yanındaki kızı atılarak,
“Nasıl kazandınız tebrik ederim, orası benim de hayalim”.
Pelin gülümsedi “kolay olmadı benim için de, dersane , özel hoca , özverili bir çalışma sonunda amacıma ulaştım.
“Aferin yavrum” dedi annesi. Sonra da kızına dönüp, “bak emek verince oluyor işte, sen de biraz üstüne düşsen ne olur sanki.
“Bu arada benim adım Pelin, memnun oldum”. “Ben de Canan” dedi kız.
Pelin’in koltukları kabarmış, sırtı daha bir dikleşmişti sanki. Başarının anahtarını keyifle anlatırken, onun bu isteğine ulaşmasında, hayallerinin önemli bir payı olduğunu da vurgulamıştı. Kızın gözlerindeki özenci ve beğeniyi sezdikçe, gerçekle hayallerin arasında gidip geldi. Hangisinin gerçek hangisinin hayal olduğunu karıştırmış, balla karışık bu beyaz yalanları daha da bir tatlandırarak anlatmaya başlamıştı. Kim bilir onları bir daha ne zaman görecekti, belki de hiçbir zaman diye geçirdi içinden.
-Hafta sonları tenis oynarım, formumu korumayı Tenis’e borçluyum. Bazen’de Ankara’ya ailemin yanına giderim. Ankara’daki arkadaşlarımla buluşur, gezeriz. Bu yaz ise Fransa’ya ikinci dil öğrenmek için gideceğim, okul bitmeden İspanyolcayı da halledersem, üç dil birden öğrenmiş olucam.
-Bravo kızım, ne kadar da azimlisin. Bir dil bir insan derler, yurtdışında insanlar en az iki yabancı dille konuşurlarmış, yaşınız gençken öğrenin tabi.
Kadının yanında oturan, az konuşan kızı Canan, Pelin’ e hayran hayran bakar. Annesine dönüp, “ne kadar çalışkan kız hem sosyal hem de güzel değil mi?” der.
Kadın, Pelin’i süzerek “Ay, bu kızı kuzenimin oğlu Halim’e göstersek ya, okul bitince de evlenirler işte” der, yavaşça kızının kulağına. “Çaktırmadan öğren sınıfını bakalım”.
Pelin, Anne ve kızının övgü dolu konuşmaları ile daha da bir coşarken, durağın yaklaştığını aniden fark eder. Hemen bavulunu yukarıdan indirip, anneyle kızına da şipşak veda ederek oradan ayrılır. İstasyonda kuzeni onu karşılar ve bavulunu alarak birlikte uzaklaşırlar. Ancak aceleyle koşan Pelin arkasında içinde defterler bulunan bir torba bırakır. Ana kız, Pelin tam inerken torbayı fark ederler ama arkasından bağırsalar da duyuramazlar.
“ Bakalım içine adres yazmış mı” der Canan. Derken bir şey fark eder. Önce anlam veremez sonra yazıyı tekrar okuyunca her şey netleşir. İçinden üzerinde Ankara Atatürk Lisesi 6 Edebiyat B yazan bir tarih kitabıyla, bir de üniversiteye hazırlık test kitabı çıkar. Ana kız birbirlerine bakıp gülerler.
Şubat tatilinden sonra okullar açıldığında, Ankara Atatürk Lisesi’nde 6 Edebiyat B sınıfının kapısı çalınır, ders esnasında okul müdürünün odasına çağrılmasını çözemez Pelin. Müdür bey, elindeki torbayı uzatır hayalperest kıza. “Trende kitaplarını unutmuşsun, kondüktör buralarda oturuyormuş bırakmış okula kadar. Aferin trende bile ders çalışman hoşuma gitti, ama unutkanlık hayatı zorlaştıran bir konu, daha dikkatli olmanı öneririm” der.
Pelin kitabın içindeki notu görünce, başını öne eğer ve okumaya başlar, “Sevgili Pelin seni tanımak ve seninle yolculuk etmek güzeldi, bilmiyorum ileride tercüman olur musun ama iyi bir tiyatrocu olacağından hiç şüphem yok, hayallerin hiç bitmesin. Sevgiler, yol arkadaşın Canan.”
Canan eline yoldan bulduğu kırık aynayı alır ve içini açıp bakar, “Sevgili ayna sen beni bana olduğum gibi gösteriyorsun ama ben olmak istediğimi görüyorum”.
Gonca Borça 2010

GÜZELLİK SIRLA KAPLI Gonca Borça

Dünyalar güzeli sevgilime;
Güzelsin çok güzelsin sevgilim
Sadece gözlerine bakmak için bir ömür yetmez
O masmavi sımsıcak içine çeken gözler
Ya tatlı saçlarına ne demeli, her buklesi denizdeki dalgalar gibi içimi hoplatıyor
Nasıl tarif etsem seni sana bilemiyorum ki
Bir nur damlası gibi yüzün, baktıkça bakasım sevdikçe sevesim geliyor
Hele o dimdik yürüyüşün yok mu, önüne bakan tavrın
Beni deli ediyor, baştan çıkarıyor bi’tanem
Rüzgârda savrulan saçlarını, şöyle bir arkaya atışın var ya
Kırk yıl köle olurum ben o saçlara
Burnun sanki göğü gösterir gibi Tanrı’nın lütfu
Kalem gibi inceden ve asil
Seni görmeyi nasıl da ister şu zavallı yüreğim bir bilsen
Bu kalp nasıl da çarpar o ahu dudakları görmek için
Çilek desem olmaz, kiraz desem olmaz, sanki gül goncası öpülesi dudaklar
Benim bir tanecik sevgilim nasıl da özledim seni bilemezsin
O narin ellerini tutmak uzaktan bir hayal gibi
Ya keman kaşlarına ne demeli, uzun kirpiklerini koruyan şemsiye gibi
Kirpiklerin ok gibi aşkım, yüreğime fırlatılan ok gibi
Birer birer vuruyor her tanesi kalbimi
Canım sevgilim mektubumu burada bitiriyor hasretle öpüyorum.
Kemalin.

Sevgilim merhaba,
Mektubunu aldım ve sevindim
Uzaklar yakınlaşıyor hayatım, nasılsın iyi misin?
Sen sormasan da ben sorayım sana
Umarın her şey yolunda, keyfin yerindedir canım.
Beni sorarsan yorgunum bitanem, dersler ağırlaştı
Çalışacak şeyler o kadar çok ki
Yurtta ders çalışacak pek ortam yok
Bunun yanı sıra okumak için çalışıyorum biliyorsun
Ay sonu çabuk geliyor, maaşımla ancak idare ediyorum
Hasta babama ilaçlarını aldım o da iyileşecek buna inanıyorum
İltifatların için teşekkürler, beni gerçekten çok şımartıyorsun
Sen nasılsın bu arada? Nasıl işler güçler, sağlığın iyi mi?
En kısa zamanda yaz hasretle öpüyorum.
Handan

Sevgili Manolyam
Ben nasıl olucam senin hasretinle yanmaktan gayrı
Hayalin rüyalarımı süslüyor bi’tanem
Kavuşmak için gün sayıyor, şu deli yürek
Senin benim olacağın hayali yetiyor beni yaşatmaya
Bir bakışın ömre bedel be ceylan gözlüm
Bir dolansam sana, saçlarını okşasam
Ben den mutlusu olur mu be ahu dudaklım?
Hele o dudaklarından öpmeyi hayal bile edemiyorum
Gelir gelmez isteticem seni, kimseye söz verme emi papatyam benim
Evlenince de rahat edeceksin, benim maaşım ikimize de yeter
Ah deniz gözlüm, kıymetlim, en kısa zamanda görüşmek üzere..
Kemalin.

Sevgili Kemalim,
Beni mahcup ediyorsun bi’tanem
Kavuşucaz elbet üzülme, herhalde iyisindir canım
Sen böyle konuşunca kafam öyle dağılıyor ki
Hiç ders çalışasım gelmiyor, hep seni düşünüyorum
Dizlerimin ağrısını bile hissetmiyorum seni düşünürken
Arnavutköy’de bir ev tutarız, şöyle çatı katı
Terasta sen gazete okurken, ben mutfakta şaraplarımızı hazırlarım
Hem senin işine de yakın olur değil mi?
Annen baban nasıllar? Beni beğenmişler mi?
Umarım iyilerdir de torunlarını severler
Aşkım mektubuma hasretle bitiriyor, özlemle bekliyorum
Handan

Güzel gelinciğim benim,
Ben de hayallerinle yaşıyorum aşkım
Narin bedenini kollarıma alacağım günleri beklemekle geçiyor zamanım
Resmine baktım dün gece yine, güzel yüzünle bakıyordun bana
Baktım baktım doyamadım, ne güzelsin papatyam
Kırmızı bluzun de pek yakışmış bi’tanem
Güzel’e al yakışır derler ya, tam da öyle
Kırmızı bir şal aldım sana, boynuna sarasın diye
Türkün aklı aldadır derler ya, aklımı aldın sen de benim
Hasretle öpüyor, sevgilerimi kuş gibi uçuruyorum.
Kemal.

Sevgilim,
Gerçekten övgülerin pek hoş, belli ki güzelliğim sarhoş etmiş seni
Ama üç mektuptur bir hatırımı bile sormuyorsun farkında mısın?
Benim sorularım da hep cevapsız
Merak ettim bana olan ilginin tek nedeni güzelliğim midir?
Üstelik sana da hatırını sordum, annenle babanı da
Neden hiç cevap vermedin bana?
Dizim gerçekten zonkluyor, bir geçmiş olsun demeni beklerdim canım
Tatlım, seninle iki kere görüştük ama bana hiç kendinden bahsetmedin?
Nelerden hoşlanırsın merak ediyorum
Sen beni merak etmiyor musun kuzum?
Neler okursun, neler dinlersin, nerelere gidersin
Daha arkadaşlarınla tanıştıracaksın beni
Sonra balık tutmaya götüreceksin öyle değil mi?
Hangi burçsun sevgilim, ne olur yaz bana
Sevgilerimle…
Handan

Sevgili Kır Çiçeğim
Ben seni düşünmekten başka ne yapabilirim ki?
Aklım da fikrim de sensin artık benim
O güzel dudaklarından çıkan her söz şiir bana
O tatlı sözlerin şarkıların en güzeli
Seninle olunca her yer güzel bi’tanem
Sen yanımda olunca ne arkadaş ister deli gönül ne cet, ne ata
Tek sevincim şu ara, senin yanına geleceğim düşü
Ne burcu manolyam, burcu burcu kokuyorsun burnumda
Aşkınla yanan kalbime bir su damlası olacaksın yakında..
Özlemle bitirirken mektubu, öpüyorum kuğu gibi narin boynundan
Kemal.

Kemalcim,
Çok hoş yazdıkların şımartıyorsun beni
Ama güzelliğim sanırım şaşkın etmiş seni
Görmüyorsun içimdeki asıl beni
Merak etmiyorsun ne durumda sevgilim diye
Neden bu kadar kör olmuşsun a benim deli yârim
Ne olurdu biraz anlasaydın beni
Ben şu anda dizlerimdeki ağrılardan kurtulamadım hala
Sen sormasan da ben söyleyeyim
Okula devam edemiyorum, sadece çalışıyorum artık
Yurttan da ayrılmak zorunda kaldım
Bir arkadaşımın yanında kalıyorum
Babam biraz daha iyi
Ama ben artık sana elveda diyorum
Belki bu sefer duyarsın beni
Hoşçakal canım…
Handan

Sevgili Papatyam,
Ne diyorsun anlamadım kuzum
Hiç yakışmıyor ağzına bu sözler
Nasıl kıyarsın sana tutuşmuş bu adama
Oysa elini bile tutmadım daha
Hoşçakal lafını kabul etmedim ama
En kısa zamanda geleceğim, sakın gönlünü başkasına kaptırma…
Görüşmek ümidiyle, aşkla…
Kemal.

Handan'ım,
Belki güzelliğinin büyüsü sardı beni bilmiyorum
Bunun suçu ben değilim senin güzelliğin aslında
O engelledi benim seni görmemi
Affet beni bi’tanem
Neden yazmıyorsun hala bana gün yüzlüm?
Kemal.

Sevgili Handan,
Ne oldu sana birden bire böyle
Başka biri aklını çeldiyse söyle
Böyle suskun kalmanı anlamadım
Yoksa seni rahatsız eden bir şey mi var
Boyum posum yerinde, maaşım düzgün
Kaşım gözüm, halim vaktim maşallah
Nedir senin derdin çözemedim
Derdin, rahat battı sana
Fazla hava verdim galiba
Şımarttım mı yoksa
Çabuk cevap yaz, bak kızıyorum ama
Kemal.

Kız Handan Kaşarı,
Seni beğenip de âşık olan ben uyandım artık
Etrafta tazecikler dolaşırken, senin gibi geçkine kapılıyordum az kalsın
Oysa sen ne kadar acımasız, gaddarmışsın
Bir kalemde sildin beni
Bir kere sen kendini ne sanıyorsun ya
Sendeki boy pos herkezde var
Ellerin ayakların da maşallah çocuk mezarı
Bizim burada senin gözlere kenafir gözlü derler, hemen girme havalara
Allah bilir saçını da boyuyorsundur sen
Okul senin neyine, senin okulla işin olmaz kızım, yollusun sen yollu
Mektubumu burada bitirirken, sen bana hoşçakal diyemezsin
Ben sana diyorum, sepet sepet yumurta herkez kendi yoluna
Bir daha da sakın arama…
Kemal.

Gonca Borça 2010

31 Temmuz 2010 Cumartesi

SESSİZLİĞİN SESİ Gonca Borça

Elif, sabah alacasında gözlerini açar, sonra da sıcacık yatağını bırakır. Üzerine tarçın rengi hırkasını alıp, balkona çıkar. Ve her zamanki yerine oturup, yeni doğan günün ilk ışıklarını karşılamaya koyulur.

Bu sabah da gündoğmadan uyandı, üzerine kalın yünden örme, tarçın rengi hırkasını giyip çıktı balkonuna, karşısında çocukluğunun geçtiği park, sukut içinde eğilmişti huzuruna. Aslan heykelinin ağzından akan şırıl şırıl su sesi, süs havuzunun üzerindeki nilüferler sabah gezisine çıkmış gibi dolanıyorlar. Sabahın hafif serinliği yüzünü okşuyor, o ise sessizliğin sesini dinliyordu. Sabahın bu suskun vakitleri, onun hasretle beklediği, kendiyle baş başa kaldığı, sessizliği ve tertemiz havayı içine çektiği, bazen düşünceli bazen ise hayaller kurup sevindiği zamanlardı.

“İnsanlar ayaklarını çekince hayat bize kaldı diyor” doğa, bizim de seslerimiz var, ama gün içinde seslerimizi duyan yok. Bizi duymak isteyenler “sessizliğin sesini dinliyoruz” derler, aslında sadece bizi dinlerler. Bir cümbüştür bizim için gündoğumu. Güneş’in doğuşunu karşılarız, önce gökyüzünde bulutların arasından gelen ilk ışıklar ısıtır, sevindirir bizi, yapraklar hafif meltemle pır pır kıpırdanır, bülbül açılış senfonisini yapar sonra diğer kuşlar bu ahengi coşturur, gökyüzünde sarıdan turuncuya maviden beyaza renkler şov yaparlar ve güneş sahneye çıkmaya hazırlanır, kimileri bizim şovumuzu izler, kimileri ise en derin uykusunda geçirir bu zamanı.

Elif bu teklifsiz, telaşsız, sakin gelen huzuru içine çekip, anılarıyla baş başa kalır yine…
Karşı apartmandaki yeni evli geç çift takılır gözüne, en büyük keyifleri Pazar sabahları balığa çıkmaktır. Henüz çoluğa çocuğa karışmadan hayatı yakalamanın hazzını duyarlar. Akşamdan hazırlarlar çıkınlarını, biraz peynir, çay bardağı, şeker, kaşık, az zeytin, sabahleyin termosa sıcak çayı koyup, taze poğaçaları da pastaneden alıp, doğru Çakır Hasan’ın teknesine giderler. Hava daha karanlıktır, gündoğumu denizde karşılanır, suyun sessizliği ve havanın hafif serinliği ile sabah mahmurluğunu atarlar. Akşamdan kalan yarım ay parlatmıştır denizin üstünü, yakamozları da serpiştirince etraf seçilebilir durumdadır. Bu buğulu ışıltıda duman rengi bulutların ve denizin üzerinde yol alır bizimkiler. Hasan Kaptan’ın teknede hiç işi bitmez, sarı naylon çizmelerini çekmiştir, yandan çarklı cigarası durur ağzının kenarında, haydi rastgele der motorun ipini çeker. Denizi yarar tekne, motor sesinin yankısında yol alırlar, çıralık koyuna gelince motor sesi duruverir. Oltalar sallanır derinlere, kimse kimseyle konuşmaz, bir kıpırtı beklenir suyun derinlerinden bir kapı çalınışı, bir yoklayış. Sonra hissedersin avuçların içindeki kıpırtıyı, çırpınışı, ha babam asılırsın oltalara. Güneşin doğduğunu fark etmeseler de gökyüzünün karanlıktan aydınlığa yolculuğu başlar.

Nasıl da alışmışım yalnızlığa, onsuz geçiremediğim zamanları hatırlıyorum da, sanki çok uzaklardan duyduğum bir şarkı gibi geliyor kulağıma. Artık yaralanmıyor yüreğim, elele yürüyen çiftleri görünce, Pazar piknikleri yapmaya gelen neşeli ailelerin sesini duyunca bilakis hoşuma bile gidiyor. Film gibi izliyorum onları.

Karşı çapraz da apartmanların arasında ufacıcık kalmış bir evceğiz var. Sabah sessizliğinde çıkır çıkır sesler gelir avlusundan. Pempe yazmalı yaşlı bi nene oturur. Sabah ezanıyla ayaklanır, sarı ışık parlar penceresinden, başörtüsünü arar, ayacıkları üşümesin diye patiklerini giyer, seccadesini serer ve kıbleye döner. Işığı kapatır, çıt çıkarmadan kılar namazını, kimsecikler duymaz tıkırtısını. Sıcacık uykusunu bölüp nasıl da kalkar her sabah, hiç gürültü yapmadan, kimseyi uyandırmadan. Sabah’ın ilk ışıklarıyla bahçesine çıkıp, maydanozları şöyle bi sulayıp, azcık domates, patlıcan, biraz da sivri biber toplar kahvaltıya. Çayı demleyip, tespiğini alıp çekilir kenara, mırıl mırıl dua eder, bundan sonrasını gelin kız halletsin der, sedire bağdaş kurup bekler ahaliyi uyansınlar diye.
Ah nenecik, zamanında eli maşalı kadındın sen ya, nasıl ufacık tefecik kaldın, böyle ikibüklüm, bahçenden kayısı kopartan çocuklara kızardın da kimse senin bahçe duvarına yanaşamazdı.

Üst kattaki kiracılar da birazdan tıkırdamaya başlarlar, karanlık gidiyor gene, karanlık dediğim Fatma’nın kocası, tır şöförü. Gitti mi gider, beklesin Fatma, beklesin çocuklar…
Karanlık yolların fatihidir, gecenin ıssızlığı, kimsesiz karanlığı işlemez ona, O sessizliğin üzerine gitmeyi, her geçen günü, yolların arkasında bırakmayı bilir. Uzun senelerdir yollardadır, karısı ilk kızını doğurduğunda da yollardaydı, kardaşı askere uğurlandığında da. Geceyi içine çekmeyi, kör karanlığı delerek gitmeyi, ıssızlıkla kardeş olmayı öğrenmiştir. Ayaza aldırmadan devam eder yoluna, acıkınca bir benzin istasyonunun kahvesinde durup çorbasını içer. Hep Uzakta yaşamıştır o, karanlık yollarda giderken evinin özlemini derinlerde bırakmıştır. Karanlık bir adam derler onun için, göz çukurları derindir, kafasının iki yanında saçları, kemerli bir burnu vardır, bıyıkları kapatır dudaklarını, kömür karası gözlerinin kenarlarında derin çizgiler hemen belli eder kendini. Hiç güldüğünü gören olmamıştır. Kasketini ve yün yeleğinin üzerine giydiği deri gocuğunu hiç çıkarmaz. Üşümek nedir bilmez. Yalnızlık Tiryakisidir o. Karanlık, bilmez ki sıcak kahve köşelerinde pişpirik oynamayı, karısının elinden börek yemeği, akşamları gelince çocuklarını sırtına alıp gezdirmeyi, aile sohbetlerine katılmayı. O sessizliğin sesini dinler geceleri, uyanık kalmayı, virajı sağlam almayı, zamanında malı teslim etmeyi koymuştur kafasına. Öylede alışmıştır ki bu lanet bitmeyen yollara bilinmez, kendi bile bilmez emekli olsa, nasıl sobanın başında oturup televizyon seyretmeyi. Karısı Fatma arasıra uğrar Elif ablasına, dert yanar bu uzun ayrılıklardan. Aman abla tek başıma büyüttüm ben bu garibanları, baba yüzü görmediler doğru dürüst. Kahve falını kapatır bakan olsa da olmasa da, hep masabaşı iş bulmak istemiştir kocasına ama Karanlık anlamaz ki kalem tutmaktan. Fatma’nın yüreği de kapkaranlık olur, en çok da Pazar günleri arar kocasını, ailecek piknik yapanlar gelirken parka, Karanlık hala yollarda. Elif Fatma’yı dinlerken kendi gençliğini görür sanki. Genç bir kızken bu sokak da gezen, saçları arkaya taranmış, yakışıklı, beyaz üniformalı denizciye vurulmuştur. O zamanlar şimdi oturdukları ev iki katlı baba evi. Bu yakışıklı, bahriyeli genç, izin günlerinde arkadaşları ile bu parka gelir, parkın duvarına yani Eliflerın bahçe duvarına oturur ve ara ara gözleriyle ona bakar. Bu her gelişte Elif kalbini sanki ağzında hisseder, bahçeyi sulama bahanesiyle kaçamak bakışlarla gizliden gözler sevdiğini. Annesi bağırır içeriden “öğle saati bahçe sulanmaz gir içeri, aklın bir karış havada yarım saattir aynı yeri suluyorsun, a şaşkın kızım”.
Evlendiğinde öyle mutludur ki, sevinci gözlerinden okunur. Elif, bir denizciyle evlenmenin henüz bilmemektedir nasıl olacağını, beklemek ve sabır etmek onun alışkın olmadığı duygulardır. Özleyince kavuşmuş, acıkınca yemiş, sevince evlenmiştir. Aşkın sarhoşluğunda bir rüya aleminde sanar kendini. Parmakların ucunda kayar sanki bir kuğu gibi.
Ya Fatmacım der, gençliğimde ben de çok bekledim, akşamüstleri kocamın koluna girip bu parkta yürümeyi, soframız da oturtup çorbasını içerken “eline sağlık hanım” demesini, oğlanlarla oynayıp, gülüşmelerini duymayı ama seneler çabuk geçiyor hayatım. Herşeye alışıyor insan, alışmak istese de istemese de alışıyor. Giden zaman geri gelmiyor çünkü, hadi getir şu falını da bakayım bekletmeyim seni…
Elif’in falı biraz da olsa umut vermiştir Fatma’ya, yoksa hergün bakılan faldan hayır mı gelir canım, biraz su serpilmiştir yüreciğine, azıcık keyiflenmiş, ayaklanmıştır. “Haydi sağolasın abla, sen de gel arasıra”.
Park yavaş yavaş hareketlenmeye başlar. Sabah 8 dedin mi simitçiler başlar geçmeye, anneleri ile hızlı hızlı okula giden talebeler, işe giden çalışanlar, derken koşturmaca başlar. Ekmek kokuları gelmeye başlamıştır fırından.
Şimdi güne başlama zamanı, bahriyelim bir zamanlar bu parktan bana bakardı, yoktu onun gibisi, çok geç olmadan anlamıştım, benim onu, onunsa denizi sevdiğini. Yokluğu artık varlığından değerli oldu, sabrederken alışmışım özgürlüğe, zamanı geri getiremedim ama ben de yalnızlığı sevdim onun denizleri sevdiği gibi.
Bu sabah yine aynı saatte kalktım, nedendir saati de kurmuyorum çocuklar evden gitti gideli. Telefon çaldı. “Babam geliyormuş” dedi oğlum Bahri. “hayrola” dedim gayri ihtiyari “niye geliyor ki? Bunca sene sonra, hem analık hem babalık yapmayı pekala biliyorum, neden şimdi?”
Bahri de konuşmadı bir süre, “bilmiyorum” dedi. Çocuk ya üç yada dört kere görmüştür topu topu babasını. Karşı köşedeki bakkalı daha iyi tanır ondan. Sustuk… İçimdeki özlemi senelerin yorgunluğu nasıl da silmiş götürmüş oysa gelmezsen ölürüm diye ağlamıştım telefonda, hiçbirşey yerinde durmuyormuş meğer duygular bile, tarçın rengi hırkamı giydim ve balkona doğru gittim. Yalnızlığım selamsız karşıladı beni…
Gonca Borça 2009

AHMET'İN YOLCULUĞU Gonca Borça

"Kamerrrrr" diye bağardı halası, "yavrum kedilerin kuyruğundan çekilmez bilmiyor musun, kedimizi kızdırma, çık dışarı arkadaşlarınla oyna lütfen".
-Benim burada arkadaşlarım yok ki
-O zaman sessiz otur, gürültü etme, amcan rahatsız oluyor, babaannen çok yaşlı sese gelemiyor
-Eve götürün beni o zaman canım sıkılıyor
-Baban seni bize bıraktı akşama kadar sabret biraz, arkadaşın yoksa çık dolaş, ya da kedileri kızdırmadan oyna tamam mı?
- Gülsüm Hala senin neden çocuğun yok?
-Ben evli değilim ki Kamercim
-Amcam ayağa kalkabilse bahçede oynardık şimdi, hep yatıyo ama hep...
-Amcanı rahatsız etme o kitap okuyor
-Hadi amca biraz benimle oyna
-Gel, seninle tavla oynayalım olur mu?
-Ben tavla bilmiyorum ki amca
-Ben sana öğretirim
-Amca senin arkadaşın yok mu?
"Benim çok arkadaşım var" dedi Ahmet, "zamanı gelince seni tanıştıracağım, sana anlatacağım hepsini". Minik elleriyle tavlanın zarlarını tutup atmaya bayılıyor, birileri olmadan kendini oyalamayı bilmiyordu henüz. Anne ve Babası ne zaman uzak bir yere gitseler, Amcası, halası ve babaannesiyle kalıyor, evin altını üstüne getiriyordu. Bu eve evlilik uğramadığından Kamer özlenilen, sevilen ve her türlü yaramazlığına sabır gösterilen bir çocuktu. Ahmet amcası onu oyalamaya çalışsa da yataktan hiç kalkamadığı için onunla bahçede koşup, top oynayıp, koşturamıyordu. Halası ise Yatalak amca ve annesinin durumu ile ilgilenmekten çocuğa kısıtlı vakit ayırabiliyordu, çok sevse bile.

Kamer evin çok değerli kedisi Tonton’nun arkasından bahçeye çıkınca, Ahmet yarım kalan kitabına uzanıp, kaldığı yerden okumaya başladı.

Gün ağarınca, bir kerpiç evin içerisinde üstü başı sarılı buldu kendini Ömer. Camdan gözlerinin içine giren güneşten rahatsız oldu. Ölüm ile yaşamın neresinde olduğunu anlayamadı, neredeydi, n’apıyordu bilmiyordu. Sadece nefes aldığının farkındaydı. Ellerini hareket ettirebiliyordu, ama vücudu hissizdi, yavaşça ellerini üzerinde gezdirdi. Sonra birden bir sıcaklık sardı vücudunu, bacakları neredeydi, hiç hissetmediği bacakları. İnanmak istemedi, elleri ile yine de aramaya devam ediyordu. Önce bu bir rüya mı, gerçek mi, anlamaya çalıştı. Dışardaki bahçeden çocuk ve kadın sesleri duyuluyordu.
Sesler yakınlaşmaya başladı, bir çocuk diğerine anlatıyordu “dün gece bizim eve bir asker getirdiler, ölmüş sandık, bubam doktur çağırdı. Doktur adamın bacaklarını kesmiş”
-neden kesmiş ya?
-Ama kesmez ise adam ölecekmiş yarasını temizlediler, içerde uyuyo hala.
Ömer hayatın devam ettiğini anlamıştı ama sevinemedi, hiç sevinemedi. Güzel gözlerine hüzün geldi oturdu ve gitmeye de niyeti yoktu, derin bir iç çekti. Canan nerdeydi, burası neresiydi, ya bacakları??? Biran Ölseydim ya, neden kurtuldum, neden kurtardınız beni diye inledi. O inledikçe duvarlar sarsıldı sanki. Canan onu böyle görmemeliydi, öldü bilmeliydi.
Yanına evin kadınları ve çocukları toplandı. Öylece baktılar yüzüne, çaresiz adamın çırpınışlarını izlediler, hiçbir şey yapmaksızın. Sonra çekip gittiler.
Ömer bir uyuyor, sonra aniden bir ağrı ile uyanıyordu. Sırtı bıçak gibi batıyor, yüzündeki yara alev alev yanıyordu. Ölmek istiyordu artık. Neden bu kadar kolay değildi ölmek, neden ölümüne bile o karar veremiyordu. Nefesleri sıklaştı, uzunca bir "ahhhhhhhhhhhhh". Bir hemşire kadının gölgesini görür gibi oldu, elindeki alkol kokan bezleri yüzüne değdiriyor, yaraları temizliyordu. Rüya ile gerçeği karıştıran Ömer, "Canan, Canan sen misin?" diye mırıldandı. Ve tekrar yediği iğnenin etkisiyle derin bir uykuya daldı.

Ahmet okuduğu kitabın arasına ayracı koyup, kardeşine seslendi.
-Gülsüm, beni azcık doğrult da şu denize bakayım, yemeğim hazır mı? Yemekten sonra ilacımı alayım saat 3’e geliyor.
Kardeşi Gülsüm kolları ile ağabeyi Ahmet’i yukarı çekerek, önüne yemeğini koydu. Doksan yaşındaki anası yanında yatıyor, başka bişey yermisin paşam diye sorup duruyordu.

Evin içindeki küf ve ilaç kokularına, bir de yemek kokusu karışınca, denize bakan camları koşturup açası geliyordu insanın. Kediler evin heryerinde geziyor, babaannenin ayaklarında, mutfak tezgahında, Ahmet’in ilaçlarının arasında bir orada bir burada. Rutubet kokusu öyle bir sinmiş ki, evdeki her örtüde, her koltukta, halıda aynı koku hissediliyordu. Hatta kapıdan içeri girerken bu koku, insanın burnunun deliklerine zorla tecavüz eder gibiydi. Bu evdeki tüm yıpranmış eski eşyalara, rutubet kokusuna, ilaç kokusuna, kedi tüylerinin havada uçuşmasına rağmen ne Gülsüm'ün ne Ahmet'in ne de annelerinin bir şikayeti yoktu. Onlar önlerindeki denize bakıyorlardı, masmavi, masum, dalgalı denize....
Babaannenin anlattıklarına bakılırsa pek de fakir değillerdi, Ahmet’in askerlikten mağlulen emekli aylığı, Gülsüm’üm emekli maaşı ve bir de ev, tarla, bağ bahçeler olunca neden bu tek oda evde yaşadıklarını ister istemez düşünüyordu insan. Ama Ahmet'in uzanıp da dışarı bakışını gören sanırım bunun nedenini bilip de sormuyordu.
"Daha ekmek istersen seslen abi, ben içerdeyim" dedi Gülsüm.
Güzel bir kadındı aslında, insan ister istemez neden evlenmemiş acaba diye düşünüyor ama Kamer gibi soramıyordu yüzüne karşı. Belli ki abisini bu durumda bırakmak istememişti. Anası, Gülsüm için merak edilen soruyu biliyor, ne zaman birileri gelse, O mutfağa gider gitmez durumu açıklıyordu.

"Ah Gülsümüm, Abisinin durumundan sonra hiç yüzvermedi isteyenlere, mahallede istemeyen kalmadı boncuk gözlümü ama hala düşünmez evliliği. Kendini bize adadı, nereye gitse çok kalmaz hemen döner". İçeriye girdiğini gören anası sesini kesti hemen.
Ahmet biryandan yemeğini yiyor, bir yandan da okuduğu kitabı düşünüyordu. O da Ömer gibi isyan etmişti başına gelenleri öğrendiğinde. Bunca sene sonra onunla aynı duyguları yaşayan Ahmet’i seneler öncesine götürmüştü bu roman.

Gülsüm, abisini tekerlekli sandalyesine oturtup balkona çıkardı, tüm gezmesi buydu Ahmet’in, derin derin baktı denize, kokusunu içine çekti tüm iliklerine. Sen git işareti yaptı eliyle kardeşine, tek başına kalmak istercesine. Kitabına kaldığı yerden devam etti.
Canan, Ömer’in öldüğüne inanmış, zoraki bir evliliğe razı olmuştu. Canan'ın duru güzelliğine aşık olan Nurettin Bey, hergün başka bir hediyeyle geliyordu evlerine..Yine kapı çalınmıştı, Nurettin bey, elinde kocaman bir kutuyla girdi içeri. İpek eşarplar, yılan derisi pabuçlar, ipek bluz, kaşmir bir manto. Hepsini Fransa’dan özel getirtmişti, güzel yüzlü Canan'a, o ise satılık güzelliğin ardında ağlayan kalbinin yüzünü saklıyordu herkesten. Yapay bir tebessümle kabul etti hediyeleri. Ne kadar çok sevinirdi, kapıyı çalan Ömer olsaydı da bir tane papatya getirseydi ama yoktu işte. Hayatın karşısında ne kadar etkisizdi. Başkalarının hayatını, başkalarının aşkını yaşatıyordu artık, ruhunu çoktan teslim etmiş, bedenini sahte hayatın içerisinde sürüklüyordu.

Kitabı bir kenara koyup Necla’yı düşündü Ahmet, evden kovduğu Necla’yı. Nerelerde, nasıl yaşıyordu kimbilir ?. Ahmet, Vurgun’dan sonra evden kovup, nişan yüzüğünü fırlatmış bir daha da görmemişti onu. Tek arzusu Necla’nın onsuz bir hayatta çoluğu ve çocuğu ile mutlu olması idi. Tekerlikli sandalyeye mahkum birisinin yerine, 24 yaşında çakı gibi bir denizaltı subayını hatırlamasını istiyordu. Git demişti Necla’ya defol git buradan, gitmiyordu Necla, çakılı kalmıştı sevgilisinin gözlerine, direniyordu Aşkı uğruna. O günden sonra onu bir daha görmemişti, tek bir haber bile almamıştı.
Kediler, Ahmet’in hissetmeyen ayaklarına dolanıyor, güneş vurdukça sereserpe yayılıyorlardı. Sarman kucağına zıplamış, patileriyle pıtır pıtır Ahmet’in düğmeleriyle oynuyordu.
Akşamüstü Subay arkadaşları uğrayıp, gün batımında balkonda bir iki tek atıp muhabbet ettiler. Hasan’ın eşi Süheyla, Ahmet’i ne zaman görse, tahtaya vuruyordu. Sanırım Ahmet’i görüp kendi haline şükrediyordu ama, bu Ahmet’i incitiyordu aslında. Onun durumunu daha da dramatikleştirip, zavallı konumuna getiriyordu. Oysa o artık haline alışmış, yok olanla değil var olanın güzelliği ile meşguldü. Çok şükür elleri sağlamdı, kedileri okşayabiliyor, bulmaca çözebiliyor hatta bir şeyler yazabiliyordu, gözleri dünyanın en güzel denizini seyrediyordu, kulakları sahildeki gençlerin sesleriyle şarkılarıyla yankılanıyordu. Akşam olmadan misafirler kalktılar.
Yeğeni Kamer içeri girince boynuna atladı Ahmet amcasının.
-Amca hani bana arkadaşlarını anlatacaktın ?
Anlatayım yeğenim dedi Ahmet, Benim öyle arkadaşlarım var ki, kimisi dünyayı dolaştırır, kimisi doktorum olur dertleşir, kimi cahilliğimle savaşır, kimi ışık olur yol gösterir. Hepsi ile ayrı düş yolculuklarında buluşur, yol arkadaşlığı yaparız. Ben bu yolculuklarımda kimi zaman onların gözlükleriyle bakarım dünyaya, bilmediğim köylerin, görmediğim insanların konuğu olurum evlerinde. Onlar beni ne yargılar, ne acır, ne de suçlar. Her gün yeni bir pencere daha açarlar, artık kapı deliğinden görmüyorum hayatı onlar sayesinde. Geniş pencerelerim var, farklı kültürleri, farklı düşünceleri, başka ufuklardan görüyorum. Üstelik onlar yanımdayken hiç yalnız değilim.
Peki neredeler dedi ufaklık, Ahmet eliyle Kütüphaneyi gösterdi, işte dedi hepsi her daim yanımdalar, hepsi yanıbaşımdalar, onlar beni hiç yalnız bırakmazlar.
Gonca Borça

5 Temmuz 2010 Pazartesi

ÖYKÜLER BİZİM SESİMİZ Gonca Filiz Sema

Bizler Gonca, Filiz, Sema üç yakın arkadaşız, sizleri öykü dünyamıza bekliyoruz. Üç farklı yerde doğmuş, üç farklı hayat yaşamış, üç bayanız. Aramızda farklılıklar olsa da öykülerde buluşur, aynı duyguları hisseder, köprüler kurarız. Bu öykü dünyamızda sizlerle de buluşmak, duygu ve düşüncelerimizi paylaşmak isteriz.

Öykü dolu, Aydınlık günler dileriz.

Gonca, Filiz, Sema...