31 Temmuz 2010 Cumartesi

AHMET'İN YOLCULUĞU Gonca Borça

"Kamerrrrr" diye bağardı halası, "yavrum kedilerin kuyruğundan çekilmez bilmiyor musun, kedimizi kızdırma, çık dışarı arkadaşlarınla oyna lütfen".
-Benim burada arkadaşlarım yok ki
-O zaman sessiz otur, gürültü etme, amcan rahatsız oluyor, babaannen çok yaşlı sese gelemiyor
-Eve götürün beni o zaman canım sıkılıyor
-Baban seni bize bıraktı akşama kadar sabret biraz, arkadaşın yoksa çık dolaş, ya da kedileri kızdırmadan oyna tamam mı?
- Gülsüm Hala senin neden çocuğun yok?
-Ben evli değilim ki Kamercim
-Amcam ayağa kalkabilse bahçede oynardık şimdi, hep yatıyo ama hep...
-Amcanı rahatsız etme o kitap okuyor
-Hadi amca biraz benimle oyna
-Gel, seninle tavla oynayalım olur mu?
-Ben tavla bilmiyorum ki amca
-Ben sana öğretirim
-Amca senin arkadaşın yok mu?
"Benim çok arkadaşım var" dedi Ahmet, "zamanı gelince seni tanıştıracağım, sana anlatacağım hepsini". Minik elleriyle tavlanın zarlarını tutup atmaya bayılıyor, birileri olmadan kendini oyalamayı bilmiyordu henüz. Anne ve Babası ne zaman uzak bir yere gitseler, Amcası, halası ve babaannesiyle kalıyor, evin altını üstüne getiriyordu. Bu eve evlilik uğramadığından Kamer özlenilen, sevilen ve her türlü yaramazlığına sabır gösterilen bir çocuktu. Ahmet amcası onu oyalamaya çalışsa da yataktan hiç kalkamadığı için onunla bahçede koşup, top oynayıp, koşturamıyordu. Halası ise Yatalak amca ve annesinin durumu ile ilgilenmekten çocuğa kısıtlı vakit ayırabiliyordu, çok sevse bile.

Kamer evin çok değerli kedisi Tonton’nun arkasından bahçeye çıkınca, Ahmet yarım kalan kitabına uzanıp, kaldığı yerden okumaya başladı.

Gün ağarınca, bir kerpiç evin içerisinde üstü başı sarılı buldu kendini Ömer. Camdan gözlerinin içine giren güneşten rahatsız oldu. Ölüm ile yaşamın neresinde olduğunu anlayamadı, neredeydi, n’apıyordu bilmiyordu. Sadece nefes aldığının farkındaydı. Ellerini hareket ettirebiliyordu, ama vücudu hissizdi, yavaşça ellerini üzerinde gezdirdi. Sonra birden bir sıcaklık sardı vücudunu, bacakları neredeydi, hiç hissetmediği bacakları. İnanmak istemedi, elleri ile yine de aramaya devam ediyordu. Önce bu bir rüya mı, gerçek mi, anlamaya çalıştı. Dışardaki bahçeden çocuk ve kadın sesleri duyuluyordu.
Sesler yakınlaşmaya başladı, bir çocuk diğerine anlatıyordu “dün gece bizim eve bir asker getirdiler, ölmüş sandık, bubam doktur çağırdı. Doktur adamın bacaklarını kesmiş”
-neden kesmiş ya?
-Ama kesmez ise adam ölecekmiş yarasını temizlediler, içerde uyuyo hala.
Ömer hayatın devam ettiğini anlamıştı ama sevinemedi, hiç sevinemedi. Güzel gözlerine hüzün geldi oturdu ve gitmeye de niyeti yoktu, derin bir iç çekti. Canan nerdeydi, burası neresiydi, ya bacakları??? Biran Ölseydim ya, neden kurtuldum, neden kurtardınız beni diye inledi. O inledikçe duvarlar sarsıldı sanki. Canan onu böyle görmemeliydi, öldü bilmeliydi.
Yanına evin kadınları ve çocukları toplandı. Öylece baktılar yüzüne, çaresiz adamın çırpınışlarını izlediler, hiçbir şey yapmaksızın. Sonra çekip gittiler.
Ömer bir uyuyor, sonra aniden bir ağrı ile uyanıyordu. Sırtı bıçak gibi batıyor, yüzündeki yara alev alev yanıyordu. Ölmek istiyordu artık. Neden bu kadar kolay değildi ölmek, neden ölümüne bile o karar veremiyordu. Nefesleri sıklaştı, uzunca bir "ahhhhhhhhhhhhh". Bir hemşire kadının gölgesini görür gibi oldu, elindeki alkol kokan bezleri yüzüne değdiriyor, yaraları temizliyordu. Rüya ile gerçeği karıştıran Ömer, "Canan, Canan sen misin?" diye mırıldandı. Ve tekrar yediği iğnenin etkisiyle derin bir uykuya daldı.

Ahmet okuduğu kitabın arasına ayracı koyup, kardeşine seslendi.
-Gülsüm, beni azcık doğrult da şu denize bakayım, yemeğim hazır mı? Yemekten sonra ilacımı alayım saat 3’e geliyor.
Kardeşi Gülsüm kolları ile ağabeyi Ahmet’i yukarı çekerek, önüne yemeğini koydu. Doksan yaşındaki anası yanında yatıyor, başka bişey yermisin paşam diye sorup duruyordu.

Evin içindeki küf ve ilaç kokularına, bir de yemek kokusu karışınca, denize bakan camları koşturup açası geliyordu insanın. Kediler evin heryerinde geziyor, babaannenin ayaklarında, mutfak tezgahında, Ahmet’in ilaçlarının arasında bir orada bir burada. Rutubet kokusu öyle bir sinmiş ki, evdeki her örtüde, her koltukta, halıda aynı koku hissediliyordu. Hatta kapıdan içeri girerken bu koku, insanın burnunun deliklerine zorla tecavüz eder gibiydi. Bu evdeki tüm yıpranmış eski eşyalara, rutubet kokusuna, ilaç kokusuna, kedi tüylerinin havada uçuşmasına rağmen ne Gülsüm'ün ne Ahmet'in ne de annelerinin bir şikayeti yoktu. Onlar önlerindeki denize bakıyorlardı, masmavi, masum, dalgalı denize....
Babaannenin anlattıklarına bakılırsa pek de fakir değillerdi, Ahmet’in askerlikten mağlulen emekli aylığı, Gülsüm’üm emekli maaşı ve bir de ev, tarla, bağ bahçeler olunca neden bu tek oda evde yaşadıklarını ister istemez düşünüyordu insan. Ama Ahmet'in uzanıp da dışarı bakışını gören sanırım bunun nedenini bilip de sormuyordu.
"Daha ekmek istersen seslen abi, ben içerdeyim" dedi Gülsüm.
Güzel bir kadındı aslında, insan ister istemez neden evlenmemiş acaba diye düşünüyor ama Kamer gibi soramıyordu yüzüne karşı. Belli ki abisini bu durumda bırakmak istememişti. Anası, Gülsüm için merak edilen soruyu biliyor, ne zaman birileri gelse, O mutfağa gider gitmez durumu açıklıyordu.

"Ah Gülsümüm, Abisinin durumundan sonra hiç yüzvermedi isteyenlere, mahallede istemeyen kalmadı boncuk gözlümü ama hala düşünmez evliliği. Kendini bize adadı, nereye gitse çok kalmaz hemen döner". İçeriye girdiğini gören anası sesini kesti hemen.
Ahmet biryandan yemeğini yiyor, bir yandan da okuduğu kitabı düşünüyordu. O da Ömer gibi isyan etmişti başına gelenleri öğrendiğinde. Bunca sene sonra onunla aynı duyguları yaşayan Ahmet’i seneler öncesine götürmüştü bu roman.

Gülsüm, abisini tekerlekli sandalyesine oturtup balkona çıkardı, tüm gezmesi buydu Ahmet’in, derin derin baktı denize, kokusunu içine çekti tüm iliklerine. Sen git işareti yaptı eliyle kardeşine, tek başına kalmak istercesine. Kitabına kaldığı yerden devam etti.
Canan, Ömer’in öldüğüne inanmış, zoraki bir evliliğe razı olmuştu. Canan'ın duru güzelliğine aşık olan Nurettin Bey, hergün başka bir hediyeyle geliyordu evlerine..Yine kapı çalınmıştı, Nurettin bey, elinde kocaman bir kutuyla girdi içeri. İpek eşarplar, yılan derisi pabuçlar, ipek bluz, kaşmir bir manto. Hepsini Fransa’dan özel getirtmişti, güzel yüzlü Canan'a, o ise satılık güzelliğin ardında ağlayan kalbinin yüzünü saklıyordu herkesten. Yapay bir tebessümle kabul etti hediyeleri. Ne kadar çok sevinirdi, kapıyı çalan Ömer olsaydı da bir tane papatya getirseydi ama yoktu işte. Hayatın karşısında ne kadar etkisizdi. Başkalarının hayatını, başkalarının aşkını yaşatıyordu artık, ruhunu çoktan teslim etmiş, bedenini sahte hayatın içerisinde sürüklüyordu.

Kitabı bir kenara koyup Necla’yı düşündü Ahmet, evden kovduğu Necla’yı. Nerelerde, nasıl yaşıyordu kimbilir ?. Ahmet, Vurgun’dan sonra evden kovup, nişan yüzüğünü fırlatmış bir daha da görmemişti onu. Tek arzusu Necla’nın onsuz bir hayatta çoluğu ve çocuğu ile mutlu olması idi. Tekerlikli sandalyeye mahkum birisinin yerine, 24 yaşında çakı gibi bir denizaltı subayını hatırlamasını istiyordu. Git demişti Necla’ya defol git buradan, gitmiyordu Necla, çakılı kalmıştı sevgilisinin gözlerine, direniyordu Aşkı uğruna. O günden sonra onu bir daha görmemişti, tek bir haber bile almamıştı.
Kediler, Ahmet’in hissetmeyen ayaklarına dolanıyor, güneş vurdukça sereserpe yayılıyorlardı. Sarman kucağına zıplamış, patileriyle pıtır pıtır Ahmet’in düğmeleriyle oynuyordu.
Akşamüstü Subay arkadaşları uğrayıp, gün batımında balkonda bir iki tek atıp muhabbet ettiler. Hasan’ın eşi Süheyla, Ahmet’i ne zaman görse, tahtaya vuruyordu. Sanırım Ahmet’i görüp kendi haline şükrediyordu ama, bu Ahmet’i incitiyordu aslında. Onun durumunu daha da dramatikleştirip, zavallı konumuna getiriyordu. Oysa o artık haline alışmış, yok olanla değil var olanın güzelliği ile meşguldü. Çok şükür elleri sağlamdı, kedileri okşayabiliyor, bulmaca çözebiliyor hatta bir şeyler yazabiliyordu, gözleri dünyanın en güzel denizini seyrediyordu, kulakları sahildeki gençlerin sesleriyle şarkılarıyla yankılanıyordu. Akşam olmadan misafirler kalktılar.
Yeğeni Kamer içeri girince boynuna atladı Ahmet amcasının.
-Amca hani bana arkadaşlarını anlatacaktın ?
Anlatayım yeğenim dedi Ahmet, Benim öyle arkadaşlarım var ki, kimisi dünyayı dolaştırır, kimisi doktorum olur dertleşir, kimi cahilliğimle savaşır, kimi ışık olur yol gösterir. Hepsi ile ayrı düş yolculuklarında buluşur, yol arkadaşlığı yaparız. Ben bu yolculuklarımda kimi zaman onların gözlükleriyle bakarım dünyaya, bilmediğim köylerin, görmediğim insanların konuğu olurum evlerinde. Onlar beni ne yargılar, ne acır, ne de suçlar. Her gün yeni bir pencere daha açarlar, artık kapı deliğinden görmüyorum hayatı onlar sayesinde. Geniş pencerelerim var, farklı kültürleri, farklı düşünceleri, başka ufuklardan görüyorum. Üstelik onlar yanımdayken hiç yalnız değilim.
Peki neredeler dedi ufaklık, Ahmet eliyle Kütüphaneyi gösterdi, işte dedi hepsi her daim yanımdalar, hepsi yanıbaşımdalar, onlar beni hiç yalnız bırakmazlar.
Gonca Borça

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder