Elif, sabah alacasında gözlerini açar, sonra da sıcacık yatağını bırakır. Üzerine tarçın rengi hırkasını alıp, balkona çıkar. Ve her zamanki yerine oturup, yeni doğan günün ilk ışıklarını karşılamaya koyulur.
Bu sabah da gündoğmadan uyandı, üzerine kalın yünden örme, tarçın rengi hırkasını giyip çıktı balkonuna, karşısında çocukluğunun geçtiği park, sukut içinde eğilmişti huzuruna. Aslan heykelinin ağzından akan şırıl şırıl su sesi, süs havuzunun üzerindeki nilüferler sabah gezisine çıkmış gibi dolanıyorlar. Sabahın hafif serinliği yüzünü okşuyor, o ise sessizliğin sesini dinliyordu. Sabahın bu suskun vakitleri, onun hasretle beklediği, kendiyle baş başa kaldığı, sessizliği ve tertemiz havayı içine çektiği, bazen düşünceli bazen ise hayaller kurup sevindiği zamanlardı.
“İnsanlar ayaklarını çekince hayat bize kaldı diyor” doğa, bizim de seslerimiz var, ama gün içinde seslerimizi duyan yok. Bizi duymak isteyenler “sessizliğin sesini dinliyoruz” derler, aslında sadece bizi dinlerler. Bir cümbüştür bizim için gündoğumu. Güneş’in doğuşunu karşılarız, önce gökyüzünde bulutların arasından gelen ilk ışıklar ısıtır, sevindirir bizi, yapraklar hafif meltemle pır pır kıpırdanır, bülbül açılış senfonisini yapar sonra diğer kuşlar bu ahengi coşturur, gökyüzünde sarıdan turuncuya maviden beyaza renkler şov yaparlar ve güneş sahneye çıkmaya hazırlanır, kimileri bizim şovumuzu izler, kimileri ise en derin uykusunda geçirir bu zamanı.
Elif bu teklifsiz, telaşsız, sakin gelen huzuru içine çekip, anılarıyla baş başa kalır yine…
Karşı apartmandaki yeni evli geç çift takılır gözüne, en büyük keyifleri Pazar sabahları balığa çıkmaktır. Henüz çoluğa çocuğa karışmadan hayatı yakalamanın hazzını duyarlar. Akşamdan hazırlarlar çıkınlarını, biraz peynir, çay bardağı, şeker, kaşık, az zeytin, sabahleyin termosa sıcak çayı koyup, taze poğaçaları da pastaneden alıp, doğru Çakır Hasan’ın teknesine giderler. Hava daha karanlıktır, gündoğumu denizde karşılanır, suyun sessizliği ve havanın hafif serinliği ile sabah mahmurluğunu atarlar. Akşamdan kalan yarım ay parlatmıştır denizin üstünü, yakamozları da serpiştirince etraf seçilebilir durumdadır. Bu buğulu ışıltıda duman rengi bulutların ve denizin üzerinde yol alır bizimkiler. Hasan Kaptan’ın teknede hiç işi bitmez, sarı naylon çizmelerini çekmiştir, yandan çarklı cigarası durur ağzının kenarında, haydi rastgele der motorun ipini çeker. Denizi yarar tekne, motor sesinin yankısında yol alırlar, çıralık koyuna gelince motor sesi duruverir. Oltalar sallanır derinlere, kimse kimseyle konuşmaz, bir kıpırtı beklenir suyun derinlerinden bir kapı çalınışı, bir yoklayış. Sonra hissedersin avuçların içindeki kıpırtıyı, çırpınışı, ha babam asılırsın oltalara. Güneşin doğduğunu fark etmeseler de gökyüzünün karanlıktan aydınlığa yolculuğu başlar.
Nasıl da alışmışım yalnızlığa, onsuz geçiremediğim zamanları hatırlıyorum da, sanki çok uzaklardan duyduğum bir şarkı gibi geliyor kulağıma. Artık yaralanmıyor yüreğim, elele yürüyen çiftleri görünce, Pazar piknikleri yapmaya gelen neşeli ailelerin sesini duyunca bilakis hoşuma bile gidiyor. Film gibi izliyorum onları.
Bu sabah da gündoğmadan uyandı, üzerine kalın yünden örme, tarçın rengi hırkasını giyip çıktı balkonuna, karşısında çocukluğunun geçtiği park, sukut içinde eğilmişti huzuruna. Aslan heykelinin ağzından akan şırıl şırıl su sesi, süs havuzunun üzerindeki nilüferler sabah gezisine çıkmış gibi dolanıyorlar. Sabahın hafif serinliği yüzünü okşuyor, o ise sessizliğin sesini dinliyordu. Sabahın bu suskun vakitleri, onun hasretle beklediği, kendiyle baş başa kaldığı, sessizliği ve tertemiz havayı içine çektiği, bazen düşünceli bazen ise hayaller kurup sevindiği zamanlardı.
“İnsanlar ayaklarını çekince hayat bize kaldı diyor” doğa, bizim de seslerimiz var, ama gün içinde seslerimizi duyan yok. Bizi duymak isteyenler “sessizliğin sesini dinliyoruz” derler, aslında sadece bizi dinlerler. Bir cümbüştür bizim için gündoğumu. Güneş’in doğuşunu karşılarız, önce gökyüzünde bulutların arasından gelen ilk ışıklar ısıtır, sevindirir bizi, yapraklar hafif meltemle pır pır kıpırdanır, bülbül açılış senfonisini yapar sonra diğer kuşlar bu ahengi coşturur, gökyüzünde sarıdan turuncuya maviden beyaza renkler şov yaparlar ve güneş sahneye çıkmaya hazırlanır, kimileri bizim şovumuzu izler, kimileri ise en derin uykusunda geçirir bu zamanı.
Elif bu teklifsiz, telaşsız, sakin gelen huzuru içine çekip, anılarıyla baş başa kalır yine…
Karşı apartmandaki yeni evli geç çift takılır gözüne, en büyük keyifleri Pazar sabahları balığa çıkmaktır. Henüz çoluğa çocuğa karışmadan hayatı yakalamanın hazzını duyarlar. Akşamdan hazırlarlar çıkınlarını, biraz peynir, çay bardağı, şeker, kaşık, az zeytin, sabahleyin termosa sıcak çayı koyup, taze poğaçaları da pastaneden alıp, doğru Çakır Hasan’ın teknesine giderler. Hava daha karanlıktır, gündoğumu denizde karşılanır, suyun sessizliği ve havanın hafif serinliği ile sabah mahmurluğunu atarlar. Akşamdan kalan yarım ay parlatmıştır denizin üstünü, yakamozları da serpiştirince etraf seçilebilir durumdadır. Bu buğulu ışıltıda duman rengi bulutların ve denizin üzerinde yol alır bizimkiler. Hasan Kaptan’ın teknede hiç işi bitmez, sarı naylon çizmelerini çekmiştir, yandan çarklı cigarası durur ağzının kenarında, haydi rastgele der motorun ipini çeker. Denizi yarar tekne, motor sesinin yankısında yol alırlar, çıralık koyuna gelince motor sesi duruverir. Oltalar sallanır derinlere, kimse kimseyle konuşmaz, bir kıpırtı beklenir suyun derinlerinden bir kapı çalınışı, bir yoklayış. Sonra hissedersin avuçların içindeki kıpırtıyı, çırpınışı, ha babam asılırsın oltalara. Güneşin doğduğunu fark etmeseler de gökyüzünün karanlıktan aydınlığa yolculuğu başlar.
Nasıl da alışmışım yalnızlığa, onsuz geçiremediğim zamanları hatırlıyorum da, sanki çok uzaklardan duyduğum bir şarkı gibi geliyor kulağıma. Artık yaralanmıyor yüreğim, elele yürüyen çiftleri görünce, Pazar piknikleri yapmaya gelen neşeli ailelerin sesini duyunca bilakis hoşuma bile gidiyor. Film gibi izliyorum onları.
Karşı çapraz da apartmanların arasında ufacıcık kalmış bir evceğiz var. Sabah sessizliğinde çıkır çıkır sesler gelir avlusundan. Pempe yazmalı yaşlı bi nene oturur. Sabah ezanıyla ayaklanır, sarı ışık parlar penceresinden, başörtüsünü arar, ayacıkları üşümesin diye patiklerini giyer, seccadesini serer ve kıbleye döner. Işığı kapatır, çıt çıkarmadan kılar namazını, kimsecikler duymaz tıkırtısını. Sıcacık uykusunu bölüp nasıl da kalkar her sabah, hiç gürültü yapmadan, kimseyi uyandırmadan. Sabah’ın ilk ışıklarıyla bahçesine çıkıp, maydanozları şöyle bi sulayıp, azcık domates, patlıcan, biraz da sivri biber toplar kahvaltıya. Çayı demleyip, tespiğini alıp çekilir kenara, mırıl mırıl dua eder, bundan sonrasını gelin kız halletsin der, sedire bağdaş kurup bekler ahaliyi uyansınlar diye.
Ah nenecik, zamanında eli maşalı kadındın sen ya, nasıl ufacık tefecik kaldın, böyle ikibüklüm, bahçenden kayısı kopartan çocuklara kızardın da kimse senin bahçe duvarına yanaşamazdı.
Üst kattaki kiracılar da birazdan tıkırdamaya başlarlar, karanlık gidiyor gene, karanlık dediğim Fatma’nın kocası, tır şöförü. Gitti mi gider, beklesin Fatma, beklesin çocuklar…
Karanlık yolların fatihidir, gecenin ıssızlığı, kimsesiz karanlığı işlemez ona, O sessizliğin üzerine gitmeyi, her geçen günü, yolların arkasında bırakmayı bilir. Uzun senelerdir yollardadır, karısı ilk kızını doğurduğunda da yollardaydı, kardaşı askere uğurlandığında da. Geceyi içine çekmeyi, kör karanlığı delerek gitmeyi, ıssızlıkla kardeş olmayı öğrenmiştir. Ayaza aldırmadan devam eder yoluna, acıkınca bir benzin istasyonunun kahvesinde durup çorbasını içer. Hep Uzakta yaşamıştır o, karanlık yollarda giderken evinin özlemini derinlerde bırakmıştır. Karanlık bir adam derler onun için, göz çukurları derindir, kafasının iki yanında saçları, kemerli bir burnu vardır, bıyıkları kapatır dudaklarını, kömür karası gözlerinin kenarlarında derin çizgiler hemen belli eder kendini. Hiç güldüğünü gören olmamıştır. Kasketini ve yün yeleğinin üzerine giydiği deri gocuğunu hiç çıkarmaz. Üşümek nedir bilmez. Yalnızlık Tiryakisidir o. Karanlık, bilmez ki sıcak kahve köşelerinde pişpirik oynamayı, karısının elinden börek yemeği, akşamları gelince çocuklarını sırtına alıp gezdirmeyi, aile sohbetlerine katılmayı. O sessizliğin sesini dinler geceleri, uyanık kalmayı, virajı sağlam almayı, zamanında malı teslim etmeyi koymuştur kafasına. Öylede alışmıştır ki bu lanet bitmeyen yollara bilinmez, kendi bile bilmez emekli olsa, nasıl sobanın başında oturup televizyon seyretmeyi. Karısı Fatma arasıra uğrar Elif ablasına, dert yanar bu uzun ayrılıklardan. Aman abla tek başıma büyüttüm ben bu garibanları, baba yüzü görmediler doğru dürüst. Kahve falını kapatır bakan olsa da olmasa da, hep masabaşı iş bulmak istemiştir kocasına ama Karanlık anlamaz ki kalem tutmaktan. Fatma’nın yüreği de kapkaranlık olur, en çok da Pazar günleri arar kocasını, ailecek piknik yapanlar gelirken parka, Karanlık hala yollarda. Elif Fatma’yı dinlerken kendi gençliğini görür sanki. Genç bir kızken bu sokak da gezen, saçları arkaya taranmış, yakışıklı, beyaz üniformalı denizciye vurulmuştur. O zamanlar şimdi oturdukları ev iki katlı baba evi. Bu yakışıklı, bahriyeli genç, izin günlerinde arkadaşları ile bu parka gelir, parkın duvarına yani Eliflerın bahçe duvarına oturur ve ara ara gözleriyle ona bakar. Bu her gelişte Elif kalbini sanki ağzında hisseder, bahçeyi sulama bahanesiyle kaçamak bakışlarla gizliden gözler sevdiğini. Annesi bağırır içeriden “öğle saati bahçe sulanmaz gir içeri, aklın bir karış havada yarım saattir aynı yeri suluyorsun, a şaşkın kızım”.
Evlendiğinde öyle mutludur ki, sevinci gözlerinden okunur. Elif, bir denizciyle evlenmenin henüz bilmemektedir nasıl olacağını, beklemek ve sabır etmek onun alışkın olmadığı duygulardır. Özleyince kavuşmuş, acıkınca yemiş, sevince evlenmiştir. Aşkın sarhoşluğunda bir rüya aleminde sanar kendini. Parmakların ucunda kayar sanki bir kuğu gibi.
Ya Fatmacım der, gençliğimde ben de çok bekledim, akşamüstleri kocamın koluna girip bu parkta yürümeyi, soframız da oturtup çorbasını içerken “eline sağlık hanım” demesini, oğlanlarla oynayıp, gülüşmelerini duymayı ama seneler çabuk geçiyor hayatım. Herşeye alışıyor insan, alışmak istese de istemese de alışıyor. Giden zaman geri gelmiyor çünkü, hadi getir şu falını da bakayım bekletmeyim seni…
Elif’in falı biraz da olsa umut vermiştir Fatma’ya, yoksa hergün bakılan faldan hayır mı gelir canım, biraz su serpilmiştir yüreciğine, azıcık keyiflenmiş, ayaklanmıştır. “Haydi sağolasın abla, sen de gel arasıra”.
Park yavaş yavaş hareketlenmeye başlar. Sabah 8 dedin mi simitçiler başlar geçmeye, anneleri ile hızlı hızlı okula giden talebeler, işe giden çalışanlar, derken koşturmaca başlar. Ekmek kokuları gelmeye başlamıştır fırından.
Şimdi güne başlama zamanı, bahriyelim bir zamanlar bu parktan bana bakardı, yoktu onun gibisi, çok geç olmadan anlamıştım, benim onu, onunsa denizi sevdiğini. Yokluğu artık varlığından değerli oldu, sabrederken alışmışım özgürlüğe, zamanı geri getiremedim ama ben de yalnızlığı sevdim onun denizleri sevdiği gibi.
Bu sabah yine aynı saatte kalktım, nedendir saati de kurmuyorum çocuklar evden gitti gideli. Telefon çaldı. “Babam geliyormuş” dedi oğlum Bahri. “hayrola” dedim gayri ihtiyari “niye geliyor ki? Bunca sene sonra, hem analık hem babalık yapmayı pekala biliyorum, neden şimdi?”
Bahri de konuşmadı bir süre, “bilmiyorum” dedi. Çocuk ya üç yada dört kere görmüştür topu topu babasını. Karşı köşedeki bakkalı daha iyi tanır ondan. Sustuk… İçimdeki özlemi senelerin yorgunluğu nasıl da silmiş götürmüş oysa gelmezsen ölürüm diye ağlamıştım telefonda, hiçbirşey yerinde durmuyormuş meğer duygular bile, tarçın rengi hırkamı giydim ve balkona doğru gittim. Yalnızlığım selamsız karşıladı beni…
Gonca Borça 2009
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder