31 Temmuz 2010 Cumartesi

SESSİZLİĞİN SESİ Gonca Borça

Elif, sabah alacasında gözlerini açar, sonra da sıcacık yatağını bırakır. Üzerine tarçın rengi hırkasını alıp, balkona çıkar. Ve her zamanki yerine oturup, yeni doğan günün ilk ışıklarını karşılamaya koyulur.

Bu sabah da gündoğmadan uyandı, üzerine kalın yünden örme, tarçın rengi hırkasını giyip çıktı balkonuna, karşısında çocukluğunun geçtiği park, sukut içinde eğilmişti huzuruna. Aslan heykelinin ağzından akan şırıl şırıl su sesi, süs havuzunun üzerindeki nilüferler sabah gezisine çıkmış gibi dolanıyorlar. Sabahın hafif serinliği yüzünü okşuyor, o ise sessizliğin sesini dinliyordu. Sabahın bu suskun vakitleri, onun hasretle beklediği, kendiyle baş başa kaldığı, sessizliği ve tertemiz havayı içine çektiği, bazen düşünceli bazen ise hayaller kurup sevindiği zamanlardı.

“İnsanlar ayaklarını çekince hayat bize kaldı diyor” doğa, bizim de seslerimiz var, ama gün içinde seslerimizi duyan yok. Bizi duymak isteyenler “sessizliğin sesini dinliyoruz” derler, aslında sadece bizi dinlerler. Bir cümbüştür bizim için gündoğumu. Güneş’in doğuşunu karşılarız, önce gökyüzünde bulutların arasından gelen ilk ışıklar ısıtır, sevindirir bizi, yapraklar hafif meltemle pır pır kıpırdanır, bülbül açılış senfonisini yapar sonra diğer kuşlar bu ahengi coşturur, gökyüzünde sarıdan turuncuya maviden beyaza renkler şov yaparlar ve güneş sahneye çıkmaya hazırlanır, kimileri bizim şovumuzu izler, kimileri ise en derin uykusunda geçirir bu zamanı.

Elif bu teklifsiz, telaşsız, sakin gelen huzuru içine çekip, anılarıyla baş başa kalır yine…
Karşı apartmandaki yeni evli geç çift takılır gözüne, en büyük keyifleri Pazar sabahları balığa çıkmaktır. Henüz çoluğa çocuğa karışmadan hayatı yakalamanın hazzını duyarlar. Akşamdan hazırlarlar çıkınlarını, biraz peynir, çay bardağı, şeker, kaşık, az zeytin, sabahleyin termosa sıcak çayı koyup, taze poğaçaları da pastaneden alıp, doğru Çakır Hasan’ın teknesine giderler. Hava daha karanlıktır, gündoğumu denizde karşılanır, suyun sessizliği ve havanın hafif serinliği ile sabah mahmurluğunu atarlar. Akşamdan kalan yarım ay parlatmıştır denizin üstünü, yakamozları da serpiştirince etraf seçilebilir durumdadır. Bu buğulu ışıltıda duman rengi bulutların ve denizin üzerinde yol alır bizimkiler. Hasan Kaptan’ın teknede hiç işi bitmez, sarı naylon çizmelerini çekmiştir, yandan çarklı cigarası durur ağzının kenarında, haydi rastgele der motorun ipini çeker. Denizi yarar tekne, motor sesinin yankısında yol alırlar, çıralık koyuna gelince motor sesi duruverir. Oltalar sallanır derinlere, kimse kimseyle konuşmaz, bir kıpırtı beklenir suyun derinlerinden bir kapı çalınışı, bir yoklayış. Sonra hissedersin avuçların içindeki kıpırtıyı, çırpınışı, ha babam asılırsın oltalara. Güneşin doğduğunu fark etmeseler de gökyüzünün karanlıktan aydınlığa yolculuğu başlar.

Nasıl da alışmışım yalnızlığa, onsuz geçiremediğim zamanları hatırlıyorum da, sanki çok uzaklardan duyduğum bir şarkı gibi geliyor kulağıma. Artık yaralanmıyor yüreğim, elele yürüyen çiftleri görünce, Pazar piknikleri yapmaya gelen neşeli ailelerin sesini duyunca bilakis hoşuma bile gidiyor. Film gibi izliyorum onları.

Karşı çapraz da apartmanların arasında ufacıcık kalmış bir evceğiz var. Sabah sessizliğinde çıkır çıkır sesler gelir avlusundan. Pempe yazmalı yaşlı bi nene oturur. Sabah ezanıyla ayaklanır, sarı ışık parlar penceresinden, başörtüsünü arar, ayacıkları üşümesin diye patiklerini giyer, seccadesini serer ve kıbleye döner. Işığı kapatır, çıt çıkarmadan kılar namazını, kimsecikler duymaz tıkırtısını. Sıcacık uykusunu bölüp nasıl da kalkar her sabah, hiç gürültü yapmadan, kimseyi uyandırmadan. Sabah’ın ilk ışıklarıyla bahçesine çıkıp, maydanozları şöyle bi sulayıp, azcık domates, patlıcan, biraz da sivri biber toplar kahvaltıya. Çayı demleyip, tespiğini alıp çekilir kenara, mırıl mırıl dua eder, bundan sonrasını gelin kız halletsin der, sedire bağdaş kurup bekler ahaliyi uyansınlar diye.
Ah nenecik, zamanında eli maşalı kadındın sen ya, nasıl ufacık tefecik kaldın, böyle ikibüklüm, bahçenden kayısı kopartan çocuklara kızardın da kimse senin bahçe duvarına yanaşamazdı.

Üst kattaki kiracılar da birazdan tıkırdamaya başlarlar, karanlık gidiyor gene, karanlık dediğim Fatma’nın kocası, tır şöförü. Gitti mi gider, beklesin Fatma, beklesin çocuklar…
Karanlık yolların fatihidir, gecenin ıssızlığı, kimsesiz karanlığı işlemez ona, O sessizliğin üzerine gitmeyi, her geçen günü, yolların arkasında bırakmayı bilir. Uzun senelerdir yollardadır, karısı ilk kızını doğurduğunda da yollardaydı, kardaşı askere uğurlandığında da. Geceyi içine çekmeyi, kör karanlığı delerek gitmeyi, ıssızlıkla kardeş olmayı öğrenmiştir. Ayaza aldırmadan devam eder yoluna, acıkınca bir benzin istasyonunun kahvesinde durup çorbasını içer. Hep Uzakta yaşamıştır o, karanlık yollarda giderken evinin özlemini derinlerde bırakmıştır. Karanlık bir adam derler onun için, göz çukurları derindir, kafasının iki yanında saçları, kemerli bir burnu vardır, bıyıkları kapatır dudaklarını, kömür karası gözlerinin kenarlarında derin çizgiler hemen belli eder kendini. Hiç güldüğünü gören olmamıştır. Kasketini ve yün yeleğinin üzerine giydiği deri gocuğunu hiç çıkarmaz. Üşümek nedir bilmez. Yalnızlık Tiryakisidir o. Karanlık, bilmez ki sıcak kahve köşelerinde pişpirik oynamayı, karısının elinden börek yemeği, akşamları gelince çocuklarını sırtına alıp gezdirmeyi, aile sohbetlerine katılmayı. O sessizliğin sesini dinler geceleri, uyanık kalmayı, virajı sağlam almayı, zamanında malı teslim etmeyi koymuştur kafasına. Öylede alışmıştır ki bu lanet bitmeyen yollara bilinmez, kendi bile bilmez emekli olsa, nasıl sobanın başında oturup televizyon seyretmeyi. Karısı Fatma arasıra uğrar Elif ablasına, dert yanar bu uzun ayrılıklardan. Aman abla tek başıma büyüttüm ben bu garibanları, baba yüzü görmediler doğru dürüst. Kahve falını kapatır bakan olsa da olmasa da, hep masabaşı iş bulmak istemiştir kocasına ama Karanlık anlamaz ki kalem tutmaktan. Fatma’nın yüreği de kapkaranlık olur, en çok da Pazar günleri arar kocasını, ailecek piknik yapanlar gelirken parka, Karanlık hala yollarda. Elif Fatma’yı dinlerken kendi gençliğini görür sanki. Genç bir kızken bu sokak da gezen, saçları arkaya taranmış, yakışıklı, beyaz üniformalı denizciye vurulmuştur. O zamanlar şimdi oturdukları ev iki katlı baba evi. Bu yakışıklı, bahriyeli genç, izin günlerinde arkadaşları ile bu parka gelir, parkın duvarına yani Eliflerın bahçe duvarına oturur ve ara ara gözleriyle ona bakar. Bu her gelişte Elif kalbini sanki ağzında hisseder, bahçeyi sulama bahanesiyle kaçamak bakışlarla gizliden gözler sevdiğini. Annesi bağırır içeriden “öğle saati bahçe sulanmaz gir içeri, aklın bir karış havada yarım saattir aynı yeri suluyorsun, a şaşkın kızım”.
Evlendiğinde öyle mutludur ki, sevinci gözlerinden okunur. Elif, bir denizciyle evlenmenin henüz bilmemektedir nasıl olacağını, beklemek ve sabır etmek onun alışkın olmadığı duygulardır. Özleyince kavuşmuş, acıkınca yemiş, sevince evlenmiştir. Aşkın sarhoşluğunda bir rüya aleminde sanar kendini. Parmakların ucunda kayar sanki bir kuğu gibi.
Ya Fatmacım der, gençliğimde ben de çok bekledim, akşamüstleri kocamın koluna girip bu parkta yürümeyi, soframız da oturtup çorbasını içerken “eline sağlık hanım” demesini, oğlanlarla oynayıp, gülüşmelerini duymayı ama seneler çabuk geçiyor hayatım. Herşeye alışıyor insan, alışmak istese de istemese de alışıyor. Giden zaman geri gelmiyor çünkü, hadi getir şu falını da bakayım bekletmeyim seni…
Elif’in falı biraz da olsa umut vermiştir Fatma’ya, yoksa hergün bakılan faldan hayır mı gelir canım, biraz su serpilmiştir yüreciğine, azıcık keyiflenmiş, ayaklanmıştır. “Haydi sağolasın abla, sen de gel arasıra”.
Park yavaş yavaş hareketlenmeye başlar. Sabah 8 dedin mi simitçiler başlar geçmeye, anneleri ile hızlı hızlı okula giden talebeler, işe giden çalışanlar, derken koşturmaca başlar. Ekmek kokuları gelmeye başlamıştır fırından.
Şimdi güne başlama zamanı, bahriyelim bir zamanlar bu parktan bana bakardı, yoktu onun gibisi, çok geç olmadan anlamıştım, benim onu, onunsa denizi sevdiğini. Yokluğu artık varlığından değerli oldu, sabrederken alışmışım özgürlüğe, zamanı geri getiremedim ama ben de yalnızlığı sevdim onun denizleri sevdiği gibi.
Bu sabah yine aynı saatte kalktım, nedendir saati de kurmuyorum çocuklar evden gitti gideli. Telefon çaldı. “Babam geliyormuş” dedi oğlum Bahri. “hayrola” dedim gayri ihtiyari “niye geliyor ki? Bunca sene sonra, hem analık hem babalık yapmayı pekala biliyorum, neden şimdi?”
Bahri de konuşmadı bir süre, “bilmiyorum” dedi. Çocuk ya üç yada dört kere görmüştür topu topu babasını. Karşı köşedeki bakkalı daha iyi tanır ondan. Sustuk… İçimdeki özlemi senelerin yorgunluğu nasıl da silmiş götürmüş oysa gelmezsen ölürüm diye ağlamıştım telefonda, hiçbirşey yerinde durmuyormuş meğer duygular bile, tarçın rengi hırkamı giydim ve balkona doğru gittim. Yalnızlığım selamsız karşıladı beni…
Gonca Borça 2009

AHMET'İN YOLCULUĞU Gonca Borça

"Kamerrrrr" diye bağardı halası, "yavrum kedilerin kuyruğundan çekilmez bilmiyor musun, kedimizi kızdırma, çık dışarı arkadaşlarınla oyna lütfen".
-Benim burada arkadaşlarım yok ki
-O zaman sessiz otur, gürültü etme, amcan rahatsız oluyor, babaannen çok yaşlı sese gelemiyor
-Eve götürün beni o zaman canım sıkılıyor
-Baban seni bize bıraktı akşama kadar sabret biraz, arkadaşın yoksa çık dolaş, ya da kedileri kızdırmadan oyna tamam mı?
- Gülsüm Hala senin neden çocuğun yok?
-Ben evli değilim ki Kamercim
-Amcam ayağa kalkabilse bahçede oynardık şimdi, hep yatıyo ama hep...
-Amcanı rahatsız etme o kitap okuyor
-Hadi amca biraz benimle oyna
-Gel, seninle tavla oynayalım olur mu?
-Ben tavla bilmiyorum ki amca
-Ben sana öğretirim
-Amca senin arkadaşın yok mu?
"Benim çok arkadaşım var" dedi Ahmet, "zamanı gelince seni tanıştıracağım, sana anlatacağım hepsini". Minik elleriyle tavlanın zarlarını tutup atmaya bayılıyor, birileri olmadan kendini oyalamayı bilmiyordu henüz. Anne ve Babası ne zaman uzak bir yere gitseler, Amcası, halası ve babaannesiyle kalıyor, evin altını üstüne getiriyordu. Bu eve evlilik uğramadığından Kamer özlenilen, sevilen ve her türlü yaramazlığına sabır gösterilen bir çocuktu. Ahmet amcası onu oyalamaya çalışsa da yataktan hiç kalkamadığı için onunla bahçede koşup, top oynayıp, koşturamıyordu. Halası ise Yatalak amca ve annesinin durumu ile ilgilenmekten çocuğa kısıtlı vakit ayırabiliyordu, çok sevse bile.

Kamer evin çok değerli kedisi Tonton’nun arkasından bahçeye çıkınca, Ahmet yarım kalan kitabına uzanıp, kaldığı yerden okumaya başladı.

Gün ağarınca, bir kerpiç evin içerisinde üstü başı sarılı buldu kendini Ömer. Camdan gözlerinin içine giren güneşten rahatsız oldu. Ölüm ile yaşamın neresinde olduğunu anlayamadı, neredeydi, n’apıyordu bilmiyordu. Sadece nefes aldığının farkındaydı. Ellerini hareket ettirebiliyordu, ama vücudu hissizdi, yavaşça ellerini üzerinde gezdirdi. Sonra birden bir sıcaklık sardı vücudunu, bacakları neredeydi, hiç hissetmediği bacakları. İnanmak istemedi, elleri ile yine de aramaya devam ediyordu. Önce bu bir rüya mı, gerçek mi, anlamaya çalıştı. Dışardaki bahçeden çocuk ve kadın sesleri duyuluyordu.
Sesler yakınlaşmaya başladı, bir çocuk diğerine anlatıyordu “dün gece bizim eve bir asker getirdiler, ölmüş sandık, bubam doktur çağırdı. Doktur adamın bacaklarını kesmiş”
-neden kesmiş ya?
-Ama kesmez ise adam ölecekmiş yarasını temizlediler, içerde uyuyo hala.
Ömer hayatın devam ettiğini anlamıştı ama sevinemedi, hiç sevinemedi. Güzel gözlerine hüzün geldi oturdu ve gitmeye de niyeti yoktu, derin bir iç çekti. Canan nerdeydi, burası neresiydi, ya bacakları??? Biran Ölseydim ya, neden kurtuldum, neden kurtardınız beni diye inledi. O inledikçe duvarlar sarsıldı sanki. Canan onu böyle görmemeliydi, öldü bilmeliydi.
Yanına evin kadınları ve çocukları toplandı. Öylece baktılar yüzüne, çaresiz adamın çırpınışlarını izlediler, hiçbir şey yapmaksızın. Sonra çekip gittiler.
Ömer bir uyuyor, sonra aniden bir ağrı ile uyanıyordu. Sırtı bıçak gibi batıyor, yüzündeki yara alev alev yanıyordu. Ölmek istiyordu artık. Neden bu kadar kolay değildi ölmek, neden ölümüne bile o karar veremiyordu. Nefesleri sıklaştı, uzunca bir "ahhhhhhhhhhhhh". Bir hemşire kadının gölgesini görür gibi oldu, elindeki alkol kokan bezleri yüzüne değdiriyor, yaraları temizliyordu. Rüya ile gerçeği karıştıran Ömer, "Canan, Canan sen misin?" diye mırıldandı. Ve tekrar yediği iğnenin etkisiyle derin bir uykuya daldı.

Ahmet okuduğu kitabın arasına ayracı koyup, kardeşine seslendi.
-Gülsüm, beni azcık doğrult da şu denize bakayım, yemeğim hazır mı? Yemekten sonra ilacımı alayım saat 3’e geliyor.
Kardeşi Gülsüm kolları ile ağabeyi Ahmet’i yukarı çekerek, önüne yemeğini koydu. Doksan yaşındaki anası yanında yatıyor, başka bişey yermisin paşam diye sorup duruyordu.

Evin içindeki küf ve ilaç kokularına, bir de yemek kokusu karışınca, denize bakan camları koşturup açası geliyordu insanın. Kediler evin heryerinde geziyor, babaannenin ayaklarında, mutfak tezgahında, Ahmet’in ilaçlarının arasında bir orada bir burada. Rutubet kokusu öyle bir sinmiş ki, evdeki her örtüde, her koltukta, halıda aynı koku hissediliyordu. Hatta kapıdan içeri girerken bu koku, insanın burnunun deliklerine zorla tecavüz eder gibiydi. Bu evdeki tüm yıpranmış eski eşyalara, rutubet kokusuna, ilaç kokusuna, kedi tüylerinin havada uçuşmasına rağmen ne Gülsüm'ün ne Ahmet'in ne de annelerinin bir şikayeti yoktu. Onlar önlerindeki denize bakıyorlardı, masmavi, masum, dalgalı denize....
Babaannenin anlattıklarına bakılırsa pek de fakir değillerdi, Ahmet’in askerlikten mağlulen emekli aylığı, Gülsüm’üm emekli maaşı ve bir de ev, tarla, bağ bahçeler olunca neden bu tek oda evde yaşadıklarını ister istemez düşünüyordu insan. Ama Ahmet'in uzanıp da dışarı bakışını gören sanırım bunun nedenini bilip de sormuyordu.
"Daha ekmek istersen seslen abi, ben içerdeyim" dedi Gülsüm.
Güzel bir kadındı aslında, insan ister istemez neden evlenmemiş acaba diye düşünüyor ama Kamer gibi soramıyordu yüzüne karşı. Belli ki abisini bu durumda bırakmak istememişti. Anası, Gülsüm için merak edilen soruyu biliyor, ne zaman birileri gelse, O mutfağa gider gitmez durumu açıklıyordu.

"Ah Gülsümüm, Abisinin durumundan sonra hiç yüzvermedi isteyenlere, mahallede istemeyen kalmadı boncuk gözlümü ama hala düşünmez evliliği. Kendini bize adadı, nereye gitse çok kalmaz hemen döner". İçeriye girdiğini gören anası sesini kesti hemen.
Ahmet biryandan yemeğini yiyor, bir yandan da okuduğu kitabı düşünüyordu. O da Ömer gibi isyan etmişti başına gelenleri öğrendiğinde. Bunca sene sonra onunla aynı duyguları yaşayan Ahmet’i seneler öncesine götürmüştü bu roman.

Gülsüm, abisini tekerlekli sandalyesine oturtup balkona çıkardı, tüm gezmesi buydu Ahmet’in, derin derin baktı denize, kokusunu içine çekti tüm iliklerine. Sen git işareti yaptı eliyle kardeşine, tek başına kalmak istercesine. Kitabına kaldığı yerden devam etti.
Canan, Ömer’in öldüğüne inanmış, zoraki bir evliliğe razı olmuştu. Canan'ın duru güzelliğine aşık olan Nurettin Bey, hergün başka bir hediyeyle geliyordu evlerine..Yine kapı çalınmıştı, Nurettin bey, elinde kocaman bir kutuyla girdi içeri. İpek eşarplar, yılan derisi pabuçlar, ipek bluz, kaşmir bir manto. Hepsini Fransa’dan özel getirtmişti, güzel yüzlü Canan'a, o ise satılık güzelliğin ardında ağlayan kalbinin yüzünü saklıyordu herkesten. Yapay bir tebessümle kabul etti hediyeleri. Ne kadar çok sevinirdi, kapıyı çalan Ömer olsaydı da bir tane papatya getirseydi ama yoktu işte. Hayatın karşısında ne kadar etkisizdi. Başkalarının hayatını, başkalarının aşkını yaşatıyordu artık, ruhunu çoktan teslim etmiş, bedenini sahte hayatın içerisinde sürüklüyordu.

Kitabı bir kenara koyup Necla’yı düşündü Ahmet, evden kovduğu Necla’yı. Nerelerde, nasıl yaşıyordu kimbilir ?. Ahmet, Vurgun’dan sonra evden kovup, nişan yüzüğünü fırlatmış bir daha da görmemişti onu. Tek arzusu Necla’nın onsuz bir hayatta çoluğu ve çocuğu ile mutlu olması idi. Tekerlikli sandalyeye mahkum birisinin yerine, 24 yaşında çakı gibi bir denizaltı subayını hatırlamasını istiyordu. Git demişti Necla’ya defol git buradan, gitmiyordu Necla, çakılı kalmıştı sevgilisinin gözlerine, direniyordu Aşkı uğruna. O günden sonra onu bir daha görmemişti, tek bir haber bile almamıştı.
Kediler, Ahmet’in hissetmeyen ayaklarına dolanıyor, güneş vurdukça sereserpe yayılıyorlardı. Sarman kucağına zıplamış, patileriyle pıtır pıtır Ahmet’in düğmeleriyle oynuyordu.
Akşamüstü Subay arkadaşları uğrayıp, gün batımında balkonda bir iki tek atıp muhabbet ettiler. Hasan’ın eşi Süheyla, Ahmet’i ne zaman görse, tahtaya vuruyordu. Sanırım Ahmet’i görüp kendi haline şükrediyordu ama, bu Ahmet’i incitiyordu aslında. Onun durumunu daha da dramatikleştirip, zavallı konumuna getiriyordu. Oysa o artık haline alışmış, yok olanla değil var olanın güzelliği ile meşguldü. Çok şükür elleri sağlamdı, kedileri okşayabiliyor, bulmaca çözebiliyor hatta bir şeyler yazabiliyordu, gözleri dünyanın en güzel denizini seyrediyordu, kulakları sahildeki gençlerin sesleriyle şarkılarıyla yankılanıyordu. Akşam olmadan misafirler kalktılar.
Yeğeni Kamer içeri girince boynuna atladı Ahmet amcasının.
-Amca hani bana arkadaşlarını anlatacaktın ?
Anlatayım yeğenim dedi Ahmet, Benim öyle arkadaşlarım var ki, kimisi dünyayı dolaştırır, kimisi doktorum olur dertleşir, kimi cahilliğimle savaşır, kimi ışık olur yol gösterir. Hepsi ile ayrı düş yolculuklarında buluşur, yol arkadaşlığı yaparız. Ben bu yolculuklarımda kimi zaman onların gözlükleriyle bakarım dünyaya, bilmediğim köylerin, görmediğim insanların konuğu olurum evlerinde. Onlar beni ne yargılar, ne acır, ne de suçlar. Her gün yeni bir pencere daha açarlar, artık kapı deliğinden görmüyorum hayatı onlar sayesinde. Geniş pencerelerim var, farklı kültürleri, farklı düşünceleri, başka ufuklardan görüyorum. Üstelik onlar yanımdayken hiç yalnız değilim.
Peki neredeler dedi ufaklık, Ahmet eliyle Kütüphaneyi gösterdi, işte dedi hepsi her daim yanımdalar, hepsi yanıbaşımdalar, onlar beni hiç yalnız bırakmazlar.
Gonca Borça

5 Temmuz 2010 Pazartesi

ÖYKÜLER BİZİM SESİMİZ Gonca Filiz Sema

Bizler Gonca, Filiz, Sema üç yakın arkadaşız, sizleri öykü dünyamıza bekliyoruz. Üç farklı yerde doğmuş, üç farklı hayat yaşamış, üç bayanız. Aramızda farklılıklar olsa da öykülerde buluşur, aynı duyguları hisseder, köprüler kurarız. Bu öykü dünyamızda sizlerle de buluşmak, duygu ve düşüncelerimizi paylaşmak isteriz.

Öykü dolu, Aydınlık günler dileriz.

Gonca, Filiz, Sema...